Kadın, Doğa ve Kıyamet: "Mother!"da Kriz Heterotopyası ve Ekofeminizm
Sinema yalnızca estetik bir anlatı biçimi değil aynı zamanda sosyo-kültürel yapılarla, ideolojik sistemlerle etkileşim halinde olan bir temsil alanıdır. Özellikle 21. yüzyıl sinemasında giderek artan biçimde görülen ekolojik kriz ve toplumsal cinsiyet odaklı temalar sinemanın eleştirel potansiyelini görünür kılmaktadır. Darren Aronosky’nin 2017 yapımı Mother! filmi bu bağlamda önemli bir örnektir. Film, alegorik yapısı, katmanlı anlatısı ve yoğun sembolizmiyle hem teolojik hem de ekofeminist okumaya açık bir anlatı evreni sunar. Bireysel düzlemde bir kadının içsel çöküşünün yanında kadının doğayla özdeşleştirilmesi üzerinden ataerkil tahakküm düzenini ve insan merkezli düşüncenin (antroposentrizm) yıkıcı sonuçlarını ele alır.
Mother! filmi ekofeminizm ve Michel Foucault’nun heterotopya kuramı çerçevesinde bir inceleme geliştirilmesini mümkün kılar. Ekofeminizm, kadınların ve doğanın aynı tahakküm sistemleri tarafından baskılandığına dikkat çeken bir düşünce sistemidir. Ekofeminizm Susan Griffin’in Woman and Nature: The Roaring Inside Her (1978) adlı eseriyle kuramsal bir çerçeveye kavuşur. Griffin, kadınların tarih boyunca doğayla özdeşleştirilerek ve doğallaştırılarak tahakküm altına alındıklarını savunur. Aronofsky de senaryo yazımı sürecinde Griffin’in ekofeminist görüşlerinden doğrudan etkilenerek hatta yazarla bire bir iletişim kurarak filmdeki ekofeminist alegorik katmanları bu doğrultuda şekillendirir. Bu bağlamda film iki temel kuramsal perspektiften incelenmektedir. Bunlardan ilki ekofeminizm ikincisi ise Foucault’nun kriz heterotopyasıdır.
Karen J. Warren, ekofeminizmin kadınlara, beyaz olmayan insanlara ve alt sınıflara yönelik egemen olma anlayışı ile insan dışı olan doğaya yönelik egemen olma anlayışı arasındaki bağlantıları ortaya koyduğunu dile getirir (Warren’dan akt. Yılmaz, 2021: 128). Plumwood, Batı toplumunun hiyerarşik bir düzen kurma amacıyla cinsiyetlendirilmiş bir doğa kavramı kullandığına ve doğayı dişileştirip doğallaştırdığına dikkat çeker (Plumwood’dan akt. Yılmaz, 2021, 130-131). Doğa/kültür ikiciliği kadınların denetlenemez bedenlerini sebep olarak gösterip onları doğanın bir parçası haline getirir. Kadınları bu konuma yerleştirmek onların kültürel araçlara erişimini engelleyerek kadınları doğaya hapseder ve erkeği etken, kadını ise edilgen olmaya zorlar. İnsan öznelliğine düşman olarak görülen, insanlığa yabancı ve insanlığa tehdit oluşturan bu “doğanın” ya zapt edilmesi ya da aşılması gerekir. Bu bağlamda doğa/kültür ikiciliği, kadın/erkek ikiciliğine neden olur. Bu hiyerarşik düzeni oluşturan ve sürdüren Batı toplumu için kadınlar gibi doğa da denetlenemez, insanlığa yabancı ve insanlığa tehdit oluşturan bir varlıktır ve kadınlar gibi onların da zapt edilmesi, sömürülmesi gerekir (Plumwood, 2023: 61).
Foucault’nun ortaya attığı heterotopya kavramı ise gerçek ve fiili yerlerin dışında ütopyaların karşıtı olan mekanları ifade eder. Bu çalışmada özellikle kriz heterotopyaları kavramına odaklanılır. Foucault’ya göre kriz heterotopyaları kriz durumunda bulunan bireylerin dış dünyadan izole edilerek içerisinde kendine özgü kuralların tabi kılındığı geçici ya da kalıcı alanlara kapatıldıkları mekanlardır. Aronosfky’nin Mother! filminde görülen “ev” hem doğanın hem de kadının bedeniyle özdeşleştirilmiş bir kriz heterotopyasıdır. Dış dünyadan yalıtılmış gibi görünen bu mekân, erkek egemen düzenin sürekli müdahalesine ve tahakkümüne açık, doğurganlığın ve yıkımın iç içe geçtiği, çeşitli gerçeklikleri bir arada bulunduran bir kriz alanıdır. Filmin merkezinde bulunan “Anne” karakteri hem bireysel bir kadın figürü hem de Doğa Ana’nın temsilidir. İsimsizliği kadınların tarih boyunca kimliksizleştirilmesiyle paralel ilerlerken, eylemsizlik ve edilgenlik hali kadınların ve doğanın ataerkil sistemdeki araçsallaştırılmasını simgeler.
Mother! filmi hem sembolik hem de mekânsal düzlemde kadın-doğa özdeşliğiyle örülmüş bir kriz heterotopyası anlatısı sunar. Filmdeki ev mekânı kadının bedenini, doğanın döngüselliğini ve insanlığın tüketim iştahıyla birleşen ataerkil tahakkümünü bir araya getirir. Bu makale filmin karakterlerinin işlevsel rollerini, anlatı yapısını hem ekofeminist hem de heterotopya kuramları açısından çözümleyerek filmin günümüz ekolojik ve toplumsal cinsiyet krizlerine nasıl bir eleştiri sunduğunu ortaya koyacaktır.
Michel Foucault’nun Kriz Heterotopyası Kavramı
Bütün kültürlerde ve uygarlıklarla gerçek ve fiili yerler vardır. Bir de bu yerlerin dışında, tüm mevkilerden farklı ve ütopyaların karşıtı olan heterotopyalar bulunur. Kriz heterotopyaları ilkel olarak adlandırılan toplumlarda görülür. Toplum karşısında kriz durumunda bulunan bireylere -kadınlar, hamile kadınlar, yaşlılar, adet dönemindeki kadınlar, vs.- ayrılmış ayrıcalıklı kutsal veya yasak yerler kriz heterotopyalarıdır ve birçok mekânı, mevkiyi kendi içlerinde tek bir gerçek yerde birleştirebilme, yan yana koyabilme gücüne sahiplerdir. Açılma ve kapanma sistemine sahip olan heterotopyalarda ya zorla kalınır ya da kurallara boyun eğmek gerekir. Bu anlamda heterotopyalar hem tecrit edilebilir hem de nüfuz edilebilir mekanlardır (Foucault, 2016: 295-296, 298, 300).
Kriz heterotopyaları genellikle yaşamsal eşiklerle ilişkilidir ve bu tür mekanlarda kriz durumunda olan insanlar gündelik hayatın olağan kurallarından farklı kurallar içinde var olurlar. Zaman ve mekân açısından gerçek ve fiili yerlerden izole olmaları bu mekanların farklı kurallara sahip olmasını gerektirir. Toplumsal kuralların askıya alındığı bu yerler toplumun genel işleyişinden ayrışırlar. Doğum yapan bir kadın doğumhaneye girdiğinde tamamen farklı bir toplumsal statüye sahiptir ve bedenine, kararlarına farklı bir otorite -doktorlar, hemşireler- hükmedebilir. Aynı zamanda kriz heterotopyaları bireyleri dönüştürüp yeniden şekillendirir. Doğumhaneye yalnızca kadın statüsünde giren bir birey anne statüsüne sahip olarak çıkar.
Michel Foucault’nun post-yapısalcı mekânsal yaklaşımları ekoeleştirel yaklaşımla birleştiğinde mekanların ve yerlerin nasıl temsil edildiği derinlemesine incelenir. Heterotopyalar toplumsal düzen içerisinde yer alsalar da içlerinde kendilerine özgü kurallara sahiptirler. Bu bakımdan ekoeleştirel düşüncede heterotopyalar doğa-kültür karşıtlığını reddeden bir işleve sahiplerdir. Hem kültürel hem de doğal mekanlarda var olarak söz konusu ikili karşıtlığı yapıbozuma uğratırlar. Bu nitelikleri ile heterotopyalar doğa ile kültürün aynı mekânda bir arada var olabileceğini gösteren bir araç haline gelirler. Heterotopyalar hem birbirleriyle uyumsuz birçok birimi bir araya getirir hem de bu tekinsiz bir araya getirmeler yoluyla mikro ölçekte makro dünyayı yansıtırlar (Akyol, 2019: 28-29, 33).
Darren Aronofsky’nin Mother! (2017) filminde ev bir kriz heterotopyası olarak şekillenir çünkü Anne sürekli olarak bu mekânın kendine özgü kurallarını kontrol etmeye çalışır ancak bu kontrolü sürekli olarak kaybeder. Bu durum da heterotopik mekânın istikrarsızlığına işaret eder. Anne, ev ve doğa arasında bir özdeşlik vardır ve Anne’nin emeği, kaynakları, doğurganlığı doğanın, kadının ve mekânın ele geçirilmesi ile tüketilerek sömürülür. Bu anlamda ev yalnızca fiziksel bir mekân değil aynı zamanda toplumsal ve ideolojik olarak mücadelelerin yaşandığı bir kriz heterotopyasıdır. Hem makro dünyanın içerisinde hem de makro dünyanın dışarısındadır ve kendini sürekli olarak yeniden inşa etmektedir.
Dişi Bir Beden Olarak Ev: Dişil Kriz Heterotopyası ve Patriyarkal Tahribat
Aronofsky’nin filmlerinde beden sürekli olarak kaygıların, hastalıkların ve mükemmel olma arzusunun etkilerinin görülebildiği bir araç görevi görür. Mother! filminde ise diğer filmlerinden farklı olarak karakterin yaşadığı duygular beden üzerinden değil ev üzerinden aktarılır. Bu bakımdan ev ve kadın doğanın temsilcisidir. Evin duvarları kadının derisi, evin duvarları ardında atan kalp ise kadının kalbidir. Kadın kaygılandığında ev kararır, doğum yaptığında ise şiddetle sarsılır. Bu anlamda ev, kendisini yıkıma ulaştıran, tahrip eden, sömüren ve en nihayetinde yok eden insanlığın karşısında Doğa Ana’nın verdiği tepkileri aktarır ve kadının bedeninin bir temsilcisi konumunda yer alır (Tolunay, 2019: 86-87). Aronofsky filmin senaryosunun dayandığı ekofeminist düşünceler hakkında doğrudan konuşarak Sussan Griffin’in Women and Nature: The Roaring Inside Her (1977) eserinden etkilendiğinden bahseder. Böylece yönetmen, filmi hem teolojik hem de ekofeminist bir........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein