menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Ölüm bir denizin sıfatı olabilir mi?

8 0
01.11.2025

Ölüm bir denizin sıfatı olabilir mi?
Bu soru yalnızca bir dil meselesi değildir; insanın dünyaya nasıl baktığını, yaşama hangi anlamı verdiğini de fısıldar. Çünkü her çağda, her dilde insan kendini suya benzetmiştir. Suyun akışında kaderi, taşmasında öfkeyi, duruluğunda sükûnu aramıştır. Denize “ölüm” dediğimizde, belki de o yüzden tek faili kendimizde görürüz.

Tarihin en eski anlatılarında bile su, yaşamla ölümün ortak simgesidir. Mezopotamya’da ırmak hem bereketin hem de felaketin kaynağıdır. Yunan mitlerinde deniz, tanrılarla insanlar arasındaki sınırdır. Anadolu’da ise su, doğumun da vedanın da tanığıdır. Her uygarlık, suyun yüzeyine kendi yüzünü bırakmıştır. Belki de bu yüzden Ölüdeniz’de ölüm, suyun sıfatına dönüşür. Çünkü su, insanın başlangıcı olduğu kadar sonu da olabilir. Doğanın parçalarına verdiğimiz isimler, sessiz kalan kalbimizden manalar taşır.

Yaşar Kemal bu gerçeği toprağın diliyle anlatır. Onun romanlarında doğa, sessiz bir bilgelikle yaşar. Bir kuş düşer, bir ot yeşerir; bir rüzgâr esip geçer, ardından bir sessizlik kalır. Ölüm, o dünyada bir son değil, dönüşümün adıdır. Toprak her şeyi kabul eder; insan da sonunda ona döner. Korku burada yerini kabullenmeye bırakır. Çünkü doğa bilir: Hiçbir şey bütünüyle kaybolmaz.

Türküler de bu bilginin sesidir. Arif Sağ’ın sazından yükselen bir ezgi ölümü dışlamaz; onu hayatın içinde taşır. “Türkü söyleyen ölümü yener, çünkü sesi kalır,” der ustalar. Bir türkü başlar; acı yavaşça söze karışır, ses sürer. İnsan ölür ama sesi kalır. Türkü, halkın ölümle kurduğu en eski barıştır. Ölümü yenmez, onunla birlikte yaşamayı öğretir.

İnsanın kaderiyle barışması belki de bundan ibarettir: Doğaya benzemek, ona hükmetmeden yanında durmak… Kendini süslememek, gösterişsiz bir sessizlik içinde kalmak… Gerçek güç, doğallığın sadeliğinde saklıdır. Belki de bu yüzden kayısılar ekmeğe katık olur — insan sadeleştikçe yaşama biraz daha yaklaşır.

Deniz, göl, dağ… Hepsi insana benzer. Deniz taşar; insan da taşar. Göl susar; insan da içine kapanır. Dağ yalnızdır; insanın kalbi de öyle. Bu yüzden ölüm, bir denizin sıfatı olabilir. Çünkü deniz de insan gibi gelir, gider, geri döner. Ve her dönüş, biraz eksilmek, biraz kalmaktır.

Belki de mesele ölümden kaçmak değildir; onu yaşamanın sessiz bir parçası kılabilmektir. Çünkü insan dilde yaşar. Her kelime bir izdir; ölüm, o izlerin arasında yavaşça yerini bulur. Denizin yüzeyine düşen son ışık gibi… Kısacık ama gerçek, sönük ama kalıcı.

(YSE/EMK)

İşgallerin ardından ülkelere yönelik uygulanan yaptırımlar her zaman aynı olmuyor. Mesela Ukrayna’daki savaşın başlamasının hemen ardından Rusya, ‘işgal’ gerekçesiyle tüm kültür ve spor müsabakalarından men edildi. Hedefte sadece Rusya devleti yoktu; Avrupa ülkeleri, Rusya yurttaşı tüm sporcuların–sanatçıların da sözleşmelerini feshetti. Ardından mesele Rusya yurttaşlarını da aştı. Örneğin İsveçli bir basketbolcu, Jonas Jerebko Rusya’da bir kulüpte oynadığı için İsveç Basketbol Federasyonu’ndan ihraç edildi.

Tüm bu kampanyanın gerekçesi Rusya’nın işgaliydi. Oysa aynı hükümler yakın tarihteki diğer işgallerde geçerli olmamıştı. Irak işgali sürerken ABD, Olimpiyatlara ya da dünya kupalarına ‘temiz’ bir şekilde katılmıştı. Tabii Ukrayna savaşının ardından yaşanan gelişmelerle birlikte, karşılaştırma yapmak için geçmişe gitmeye de gerek kalmadı. Gazze’de yaşanan soykırım savaşıyla birlikte İsrail’in spor ve kültür alanında da bir dokunulmazlığı göze çarptı. Üstelik İsrail’in işgali ve saldırganlığı tek bir ülke ile de sınırlı değildi. Lübnan ve Suriye topraklarını işgal etti –hâlâ da bu işgalini sürdürüyor– İran, Yemen ve Katar’a yönelik saldırılar düzenledi.

Bugünse İsrail futbol takımının gelecek yıl düzenlenecek Dünya Kupası’na katılımı söz konusu. İsrail’in uluslararası müsabakalardan menni Eurovision’da da tartışma yaratmıştı. Ancak bu tartışmalar, soykırım savaşı ikinci yılını doldururken Eurovision veya FIFA’nın gündemine taşındı. O da çok cılız bir biçimde. Sembolik tartışmalar için bile Gazze’de 70 bin kişinin hayatını kaybetmesi ‘gerekti’. Oysa Rusya’nın işgalini tespit etmek sadece bir-iki hafta almıştı!

Tartışmalara rağmen İsrailli takımların spor müsabakalarına katılımında bir aksama yok. Hatta sadece oynamaya devam etmiyorlar, aynı zamanda kendilerine çeşitli kolaylıklar da sağlanıyor. Örneğin Basketbol Euroleauge’de mücadele eden İsrail takımlarının Türkiye takımları ile oynayacakları maçlar ‘tarafsız sahalara’ naklediliyor. Geçtiğimiz hafta Anadolu Efes, ‘ev sahibi’ olduğu ilk karşılaşmada rakibi Maccabi Tel Aviv olduğu için maçı Karadağ'da oynamak zorunda kaldı. Böylece takım, sportif anlamda deplasman avantajı kazandı.

Kimileri şöyle düşünebilir “Sporda siyaset olmaz, kulüplere ya da sporculara yönelik yaptırımlar hiçbir ülkeye karşı uygulanmamalıdır”. Sadece Rusya yurttaşı sporculara ve Rusya kulüplerine yapılanları düşünmek bile bu klasik “Sporda siyaset yok” önermesini ciddiye almamak için yeterli. Fakat asıl dikkat çekici mesele, bugün çeşitli branşlarda kendini gösteren İsrail takımlarının çok büyük bir bölümünün en iyi ihtimalle ‘soykırım destekçisi’ olduğu gerçeği. Bugün Gazze’deki İsrail tanklarında bayrakları dalgalanan İsrail takımlarının tümü, tribünlerinden yönetimlerine pek çok savaş suçunu teşvik eden, ırkçı, Siyonist bir hattı takip ediyorlar.

Hind Rajab Foundation’ın kısa süre önce yayınladığı rapor, bize İsrail’de futbolun nasıl soykırım silahı olarak kullanıldığını ayrıntılı bir şekilde gösteriyor.1

Aslında ırkçı söylemler İsrail’de stadyumlara yeni girmiş sayılmaz. Nefret söylemi İsrail’deki futbol kültürünün her zaman ayrılmaz bir parçası oldu. Son iki yılda ise soykırım söylemi çok daha aleni bir hâl aldı. Hatta futbol takımlarının atkıları, bayrakları, sloganları İsrailli askerler tarafından işgal edilen Filistinlilerin evlerine kadar ulaştı. Üstelik futboldaki bu soykırım söylemi, sadece ‘aşırılıkçılıklarıyla’ bilinen takımlara has değil. Kendini İsrail içerisinde ‘ilerici’ niteleyen takımların da bayrakları yerle bir edilen Gazze’de defalarca dalgalandı.

En radikal örneklerden biri Beitar Jerusalem takımı ve taraftar grubu La Familia. Kulüp, her şeyden önce, daha önce hiç Arap bir futbolcu oynatmamış olmakla ‘övünen’ bir takım. İsrail’deki nüfusun yaklaşık yüzde 20’si İsrail yurttaşı Filistinli Araplardan oluşuyor. Bu sebeple Beitar, kendini etnik ‘temizlik’ ile ayrıştırmaya çalışıyor. La Familia da bu ırkçı yaklaşımın merkezinde. Grup, diğer İsrailli taraftarlardan da aşina olduğumuz “Araplara Ölüm” sloganını Kudüs sokaklarında sık sık haykırıyor. “Beitar, sonsuza kadar saf” da benzer popüler tezahüratlardan.

Bu sloganların ne kadar gerçekçi olduğu, 2013 yılında ortaya çıkıyor. Kulüp yönetiminin Çeçen futbolcularla sözleşme imzalaması, başta La Familia olmak üzere Beitar taraftarlarının tepkisini çeker. Oyuncular Müslüman oldukları için kulübün “temizliğine” leke sürüldüğü iddia edilir. Futbolcular yuhalanır ve saldırıya uğrar. Hatta kulübün binalarına molotof kokteyllerle saldırılar düzenlenir.

Tabii taraftarların saldırıları futbol sahası ile sınırlı değil. Beitar taraftarları daha önce defalarca Kudüs’teki Arap işçilere fiziksel saldırılarda bulunur. Marşlarla, sloganlarla, bayraklarla son derece açık bir şekilde etnik temizlik kampanyası yürütür. Tüm bunlar nedeniyle söz konusu takımların taraftarları soykırımın kültürel altyapısını güçlendiren bir yerde duruyor.

Gazze’deki soykırım savaşı sırasında asker olarak cephede bulunan Beitar Jerusalem taraftarları, onlarca kez kulüp sembollerini “Araplara........

© Bianet