Vegan öğrenciler okul yemekhanelerine erişmekte güçlük çekiyor
Üniversite öğrencisi veganlar, okul yemekhanelerinde vegan menüye ulaşmakta güçlük çekiyor.
Hacettepe, Dokuz Eylül, Yıldız Teknik ve İstanbul Üniversitesi gibi üniversiteler öğrencilere vegan menü seçeneği sunuyor; ancak Türkiye’deki pek çok üniversitede bu seçenek yok.
Dolayısıyla vegan menü seçeneğinin sunulmadığı üniversitelerde okuyan vegan öğrenciler, okul yemekhanesinin sunduğu ve fiyat olarak dışarıya göre daha uygun olan yemeklerden yararlanamıyor.
Eskişehir Anadolu Üniversitesi öğrencisi Derya, okulunun yemekhanesinde vejetaryen menü çıktığını; ancak vegan menü olmadığını söyledi:
“Merak edip bakmıştım, geçtiğimiz yıllarda vegan öğrenciler okul idaresine vegan menü için sosyal medya üzerinden belli çağrılar yapmış ama pek kitleselleşmemişler. Ancak asıl problem bundan ziyade bence idarecilerin vegan kimliğe olan mesafeleri. Çoğunluk hâlâ veganizme mesafeli yaklaşıyor, idareciler ve bürokratlar da bu çoğunluktan azade değil. Üstüne üstlük bürokratların muhafazakâr kimliğinin ne kadar ön planda olduğu biliniyor.
“Ben yaklaşık 2 yıldır veganım ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Vegan gıdalara ulaşmak sanıldığı kadar zor değil. Zor değil ancak ben de bir Anadolu Üniversitesi öğrencisi olarak diğer öğrencilerin yararlandığı yemekhane hakkından yararlanmak istiyorum. Ders aralarında markete ya da kantine gidip o anı geçiştirecek şeyler yemektense bir öğün sağlıklı ve ulaşılabilir vegan yemek yemek istiyorum.”
Diyarbakır’da yaşayan Dicle Üniversitesi öğrencisi Asım’ın aktardığına göre, Anadolu Üniversitesi’nin aksine kendi okullarında vejetaryen menü dahi bulunmuyor:
“Doğup büyüdüğüm kültürde hayvansal gıdalar sofraların ayrılmaz parçası. Doğal olarak Diyarbakır’da vegan bir sofra kültürünü kendim için oturtmam başlı başına zordu. Burada Gabo, veganlar için güzel bir alan sunuyor, o kadar. Sonuçta vegan-vejetaryen olmayan öğrenciler gibi vegan-vejetaryen olan biz gibi öğrenciler de bu okulun öğrencileri. Elbette eşit muameleyi hak ediyoruz.
“Tabloyu kabaca şöyle tarif edebilirim: Okul diyor ki ‘Siz yemek saatlerinde okulda olduğunuz için size uygun fiyatlı yemek veriyorum.’ Bu mantık, yemeğin kalitesini dışında tutuyorum, çok güzel bir mantık. Ama biz ne olacağız? Bu yemekler sadece vegan-vejetaryen olmayan öğrenciler düşünülerek çıkarılıyor. Geri kalanlar ne olacak? Bunun cevabı yok, sadece çoğunluğa göre hareket ediliyor. Burada bir hata da bizim, sesimiz çok çıkmıyor, bir araya gelemiyoruz. Daha görünür olmamız, hakkımız olanı istememiz lazım.”
Veganlık, herhangi bir hayvansal ürünü ne yemeyi ne de kullanmayı etik, çevresel ve sağlık gibi çeşitli sebeplerle reddeden yaşam biçimi. Veganlar sadece et ve balıktan kaçınmakla kalmaz, süt ürünleri, yumurta ve diğer hayvansal içerikli ürünleri de tüketmez ve kullanmazlar.
Vejetaryenlik ise hayvanların etini yememekle sınırlı bir beslenme tercihidir; ancak vejetaryenler süt, yumurta ve diğer hayvansal ürünleri tüketebilirler. Vejetaryenliğin farklı alt türleri bulunur:
Bu farklılıklar, kişilerin hangi hayvansal ürünleri tüketip tüketmediğine göre değişir ve hem beslenme alışkanlıkları hem de etik tercihleri açısından çeşitlilik gösterir.
(YAH/TY)
İstanbul’un kalbinde, Kocamustafapaşa’nın yıpranmış taşlarına yarım asırlık bir mesai bırakan bir hekim: Prof. Dr. Ercan Türeci.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin Anesteziyoloji ve Reanimasyon hocası olarak neredeyse 50 yıl aynı kurumun içinden geçti, amfiler değişti, binalar yıkıldı, tabelalar değişti fakat onun mesleğe ve insana bakışı değişmedi.
Resmî vedayı reddedip çalışma arkadaşlarının omzunda uğurlanmayı tercih etti, ona göre Cerrahpaşa “asker ocağı değil, derebeylik şatosu değil” ve hekimler de emir eri değil.
Türeci sadece Cerrahpaşa koridorlarında değil, dünyanın kriz hatlarında da nöbetteydi: 17 ülkede 32 görev, savaşın ve felaketin ortasında kurulmuş sahra hastanelerinde sayısız hayat. Gazze/Han Yunus’taki Avrupa Gazze Hastanesi’nde geçtiğimiz yıl 6 hafta çalıştı gönüllü ekiplerden barınmadan gıdaya kadar her şeye hazırlıklı olmaları istendiğinde, “o bedeli ödemek gerekiyorsa öderim” diyerek gitti.
Sonrasını ondan dinliyoruz.
Bu sabah size soru hazırlarken “hocam muazzam yerlere gitmişsiniz” diye düşündüm. Neler yaptınız?
Ben 2005'te başladım gitmeye. O zamanlar internet yalnızca ofislerde o da kendi iç haberleşmelerinde vardı. Bizim öyle bir şansımız yoktu. Ama aslında o benim şansımdı diyelim. Çünkü o zaman iş kolaydı: Arkadaşlarıma, dostlarıma, aileme “gidiyorum” derdim, giderdim döndüğüm zaman da “ben geldim” derdim.
Fakat internet icat olup yayılınca bu sefer herkes üç gün, beş gün geçtikten sonra “ya ne oluyor, ne bitiyor, haber alamıyoruz, endişeliyiz” demeye başladı. Benim de oradaki bütün zamanımı e-mail yazmakla geçirmem gibi bir şey çıktı ortaya. Sonra şunu buldum: Gittiğim sürenin ortalarına doğru, hem benden hem ortamdan bahseden genel bir mektup yazıp herkese göndermeye başladım.
Seyfi (arkadaşım) “Ercan, insanların bunu bilmesi lazım, buralarda böyle şeyler yaşanıyor oralara giden insanlar var” dedi. “İzinle bunları yayacağım” deyince yazılarım, mektuplarım bia’da yayınlanmaya başladı.
Bu hikâye nasıl başladı peki? Sınır tanımayan hekimlik / uluslararası insani tıp örgütleriyle tanışmanız…
Burada uzun lafın kısası bir “tercih” yok. 78 kuşağı olarak durduğum yer belli. İdeolojik etiketle değil de güncel kelimelerle söylersek paylaşma ve dayanışma. Hekim olunca “kendi bilimimin dışında daha ne yapabilirim” diye düşünüyorsunuz.
En çok bilinen kurumlardan biri (çoğu kişinin “Sınır Tanımayan Doktorlar” diye bildiği) yapıyla başladım ama kurum ismi vermekte bazen tereddüt ediyorum haksızlık olmasın. Başka kurumlar da var çünkü. Başvurumu yaptım. 1991’de yoğun bakım uzmanı oldum 2005’e kadar böyle bir düşüncem yoktu. Eski hocalarım “ya dışarı çık, özele geç para kazan üniversitede kalacaksan akademik kariyer yap yoksa seni bırakmazlar, yerler” derlerdi. Akademide kişisel ilişkiler, güç çatışmaları oluyor.
2005’te doçent olunca Nafiz Ağabey’in dediği oldu: “Doçent olmak devlet eliyle dokunulmazlık kazanmaktır.” Uzmanken izin istersin, reddedilirse yapacak bir şey yok akademik unvanın varsa “gidiyorum” diye dilekçe bırakır gidersin. O özgürlükle başladım.
İlk başta o yapıyla gittim. Sonra Uluslararası Kızılhaç/Kızılay hattı, Operation Rainbow (çocuk ortopedik/rekonstrüktif cerrahi), Operation Smile (yarık damak–tavşan dudak) gibi kurumlarla da çalıştım. Çok sevgili dostum Richard Gostin’le 2007-2008’te Nijerya’da tanıştık. O “niye sadece MSF?” diye sordu “başka ne olabilir ki” demiştim. Onun referansıyla farklı kurumları da gördüm. Dedim ki: “Farklı örgütlerle çalışayım, organizasyonlarını ve anlayışlarını göreyim hangisi kafama uyuyorsa onunla devam ederim.”
İlk nereye gittiniz?
İlk Pakistan’a. 1999 depreminden sonra onlar da 2005’te büyük deprem yaşadı. Depremin merkez üssü Mansehra’da çadır hastaneye, ortopedi ve travma cerrahisiyle çalışmak üzere gittim. İki aya yakın çalıştık depreme bağlı akut vakalar azalınca programlı (trafik vb.) ortopedik vakalar baskın hale geldi, çekilme kararı alındı devredip döndük.
Pakistan’dan sonra? Ukrayna’yı ve Gazze’yi de biliyoruz…
Sayı çok kronoloji karışık. Kısaca: Afganistan (2012–2015 arası üç yıl üst üste farklı kurumla), Yemen çatışmaların başı, Nijerya (Delta ve Borno “Boko Haram” dönemleri), Güney Sudan, Filipinler, Peru, Guatemala, Honduras, Fas… Toplam 17 ülkede 32 görev. Amerika ve Kanada hariç Güney/Orta Amerika, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Uzak Doğu; Avustralya hariç Asya’nın epey yeri.
“Her seyahat insanı dönüştürür” derler. Bu kadar coğrafya, yoksulluk, savaş… Sizde neyi değiştirdi?
Yanlış anlaşılmasın kendimi şöyle tanımlarım: Çarşambalıyım, 78 kuşağıyım, Kurtuluşçuyum. Mahalle kültürü içinde büyüdüm. 78’in gerçeği malum: en ucuz şey genç hayatıydı. Gözümüzü kırpmadan ortaya koyuyorduk. Paylaşma ve dayanışma o yoğunlukta şekillendi.
İhtisas döneminde 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi” çerçevesi vardı koruyucu hekimliğin değerini sahada gördük. Bürokrasiyle çatışmalar, sürgünler… Bütün bunlardan geçmiş birine Yemen’de, Sudan’da, Afganistan’da 2 metre ötesinde patlayan bomba pek bir şey yapmıyor.
Hacettepe’den bir arkadaş “delip geçer ama tortu bırakır” demişti haklı. Belki tahammülsüzlüğümün amplitüdü arttı: frekans azaldı ama her patladığımda daha sert patlıyorum.
Net öğrendiğim bir şey var: İnsanın insana kıyıcılığının sonu yok. En uç örnek Afganistan’dı; hemen gerisinde Afrika hikâyeleri gelir. Kurşunla yaralanmış üç aylık bebek gördüm. O zaman “bu işin sonu yok” diyorsunuz.
Gazze’de ne gördünüz? Korktuğunuz zamanlar oldu mu?
Korkmuyorum. Çarşamba’dan gelen “silah işine alışıklık”, 78 kuşağı pratiği… Ölmekten ya da yaralanmaktan değil tutuklanmaktan korkarım annemle uğraşamam. [Gülüyor.] Orada savaş var ve tıbbi yardım gerekiyor. Bu anestezi ve cerrahiyle olacak iş ve ben bunu yapabiliyorsam yaparım. Orada ödeyeceğim bedel umurumda değil gerekiyorsa öderim.
Gazze’ye savaşın başlangıcından 4–5 ay sonra gittim. Han Yunus’taki Avrupa Gazze Hastanesi’nde (EGH) çalıştık. Normalde........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Sabine Sterk
Stefano Lusa
Mort Laitner
Ellen Ginsberg Simon
Gilles Touboul
Mark Travers Ph.d