Türkiye sol tarihinde öncüler: Paramaz ve 'K’san kahagan'
Bu yazıda, Türkiye sol tarihinin bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde unuttuğu –ya da unutturmaya çalıştığı– 15 Haziran 1915 tarihinde İstanbul’da idam edilen, “Paramaz” lakaplı devrimci Madteos Sarkisyan ve onun 19 yoldaşının mücadelesini kısaca aktaracağım. Aynı zamanda, Türkiye solunun uzun bir süre bu konuda neden suskun kaldığını ve bu suskunluğun kırılmasının Türkiye soluna neler katabileceğini ele alacağım.
"Bizim istediğimiz eşitlik, biz katı milliyetçi değiliz, bizim talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Ezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda yaşamaktır. Bir devrimci olarak bu hedefe ulaşacağımıza inanıyorum. Ama Osmanlı devletinin tutumu onu Türkçülüğe götürüyor. Yüzlerce yıl önce bu toprakta geldiğiniz noktaya, Türkçülüğe geri dönüyorsunuz. […] Bizler milliyetçi değiliz, millet gayreti tarafından yönlendirilmemekteyiz. Bizler şoven milliyetçiler değil, halk dostlarıyız. Evet, biz ihtilalciyiz, ileri dünya tarafından tanınan ihtilâlcileriz, örnek ihtilâlcileriz ve tarih sahnesine çıkışımızın bütün hikâyesi de Osmanlı devleti tarafından gayet iyi bilinmektedir."1
Bu sözler, on dokuz yoldaşıyla birlikte 15 Haziran 1915’te idam edilen, Devrimci Sosyal Demokrat Hınçak Partisi’nin önde gelen isimlerinden, “Paramaz” lakaplı Madteos Sarkisyan'a aittir. Alıntı, Sarkisyan’ın 1897–1898 yılları arasında Van’da yargılandığı sırada yaptığı mahkeme savunmasından alınmıştır. Paramaz ve arkadaşları, Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren ilk Marksist örgüt olan Devrimci Hınçak Partisi’nin yöneticileri arasında yer alır.
Hınçak Partisi, 1887 yılında Cenevre’de kurulmuş; II. Meşrutiyet’in ilân edildiği 1908 yılına dek II. Abdülhamid’in istibdat rejimine ve özellikle Anadolu’daki Ermenilerin maruz kaldığı sistematik zulümlere karşı yeraltı gerilla tarzı (Ermenice’de fedayi) mücadele yürütmüştür. Bu dönemde Sasun (1894), ve Zeytun (1895), gibi bölgelerdeki Ermeni köylü isyanlarında örgütleyici ve destekleyici roller üstlenmiştir.2
1908’de Meşrutiyet’in yeniden ilânı sonrasında ise parti legal bir zeminde siyaset yürütmeye başlamış, Osmanlı Mebusan Meclisi’nde temsil kazanmıştır. Ancak, 1913 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin darbeyle iktidarı ele geçirmesi ve Türk milliyetçiliğini devlet ideolojisi hâline getirmesiyle birlikte, Hınçak Partisi, yeni diktatörlüğe karşı muhalefetini yoğunlaştırmıştır. 17 Eylül 1913’te Köstence’de düzenlenen VII. Parti Kongresi’nde, Paramaz ve diğer yöneticilerin katılımıyla İttihatçı diktatörlüğe karşı izlenecek mücadele stratejisi tartışılmıştır.
Bir yıl sonra, 1914 Haziranı’nın sonlarında Paramaz ve İstanbul’daki parti yöneticileri, söz konusu kongrede İttihat ve Terakki liderlerine suikast planladıkları iddiasıyla tutuklanmış; işkenceye varan insanlık dışı uygulamalara maruz bırakılmış ve delil yetersizliğine rağmen hukuki dayanağı olmayan, tamamen siyasi nitelikte bir yargılamayla idama mahkûm edilmişlerdir. Bu idamlar, yalnızca birer siyasi tasfiye değil, aynı zamanda 1915 Ermeni Soykırımı’nın safhalarından biri olarak değerlendirilmelidir.3 15 Haziran 1915’te Beyazıt Meydanı’nda gerçekleştirilen infazlar, hem Ermeni devrimci hareketi hem de Osmanlı’daki sosyalist mücadelenin belleğinde derin bir kırılmaya yol açmıştır.
Asılmalarının üzerinden 110 yıl geçmiş olmasına rağmen, Paramaz’ın Van’daki mahkemede dile getirdiği sözler, Türkiye siyasetinde hâlen güncelliğini korumaktadır. Türk kimliği dışındaki tüm etnik kimliklerin, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana anayasal düzeyde tanınmamış olması; demokratik hak ve özgürlüklerin kurumsal bir güvenceye kavuşmamış olması; Türk kimliğine asimilasyonu reddeden –başta Kürt halkı olmak üzere– diğer halkların siyasal ve hukuki düzeyde yok sayılması, Paramaz’ın bir yüzyıl önce dile getirdiği uyarıların geçerliliğini dramatik biçimde sürdürdüğünü ortaya koymaktadır.
Bir başka önemli nokta da, Paramaz’ın şahsında o dönemki devrimci Ermeni siyasetinin geleceği öngörmede ne kadar doğru bir noktada olduğudur. Paramaz, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun ideolojik olarak giderek Türk milliyetçiliğine kaydığını tespit ediyor; buna karşılık Ermeni milliyetçiliğini yükseltmekten ziyade, Osmanlı içinde yaşayan tüm halkların kardeşliği temasını vurguluyor ve bunu sol enternasyonalist mücadeleyle ilişkilendiriyordu.
Paramaz’ın güçlendiğini gördüğü asimilasyoncu Türk milliyetçiliği, yalnızca 1915’te ve onu izleyen birkaç yılda Büyük Ermeni Soykırımı, Süryani ve Pontus soykırımlarını gerçekleştirmekle kalmamış; sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi olarak hem devlet hem de toplum düzeyinde hegemonik etkisini günümüze dek sürdürmüştür. Bu ideolojik çizgi, Kürt sorununun ortaya çıkışında ve on binlerce vatandaşın yaşamını yitirmesinde doğrudan sorumlu olmuş; aynı zamanda solun gelişmesine zemin hazırlayacak demokratik bir siyasi kültürün Türkiye’de oluşmasına büyük oranda engel teşkil etmiştir.
Türkiye’de resmi devlet ideolojisi ve ana akım siyasal aktörler, 1915 Ermeni Soykırımı’nı ve Ermeni halkının tarih boyunca maruz kaldığı sistematik katliam ile ayrımcılıkları ısrarla inkâr etmeye devam etmektedir. Ancak son yıllarda, sınırlı da olsa, liberal sol çevrelerde ve özellikle demokratik Kürt siyasetiyle ittifak kuran sol-sosyalist hareketlerde bu tarihsel gerçekliğin kabulüne yönelik önemli gelişmeler gözlemlenmektedir. Bu bağlamda, soykırımın tanınmasına yönelik açıklamalar yapılmakta; Ermeni toplumunun belleğiyle dayanışma gösteren etkinlikler ve metinler üretilmektedir.
Ne var ki bu olumlu gelişmelere rağmen, Türkiye solunun önemli bir bölümü, kendi tarihsel köklerini ve ideolojik yapılanmasını sorgularken Ermeni Soykırımı ile olan doğrudan ilişkiyi yeterince görünür kılmamaktadır. Oysa 1915, yalnızca Ermeni halkını hedef alan bir imha politikası olmakla kalmamış; aynı zamanda Osmanlı coğrafyasındaki en örgütlü ve teorik açıdan donanımlı sosyalist kadroların da tasfiyesine yol açmıştır.
Akademi dünyasıyla sınırlı kalan ve devrimci Ermeni siyasetini Türkiye sol tarihi içinde genellikle görmezden gelen yayınlar dışında, Kadir Akın’ın 2015 yılında yayımlanan Ermeni Devrimci Paramaz: Abdülhamid'den İttihat ve Terakki'ye Ermeni Sosyalistleri ve Soykırım adlı eseri ile 2021 tarihli Saklı Tarihin İzinde: Osmanlı’da Modernleşme, Anayasa, Sosyalizmin Kökleri ve Ermeni Vekiller başlıklı kitabına kadar, Türkiye sol tarihi yazımında Ermeni devrimci hareketinin sosyalist gelenek içindeki yeri büyük ölçüde ihmal edilmiştir. Bu iki çalışma, yalnızca Ermeni sosyalistlerinin tarihsel rollerini belgelemekle kalmayıp, aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin ideolojik sınırlılıklarını da sorgulayan önemli katkılar sunar.
Kanımca, Kadir Akın’ın eserlerine kadar Türkiye solunun ana akım bileşenleri içerisinde, Ermeni sosyalist hareketi üzerine ciddi, sistematik ya da kuramsal nitelikte bir tartışmanın var olmaması sadece tarihsel bir boşluğun değil; aynı zamanda ideolojik bir tercihin ürünüdür. Bu yokluk, Türkiye solunun enternasyonalizm iddiasının ne kadar dar bir çerçevede kaldığını ve etnik kimlikler ile sınıfsal mücadele arasındaki ilişkiyi yeterince kuramadığını ortaya koymaktadır. Nitekim Akın’ın çalışmaları bu açıdan yalnızca “tarihi hatırlatma” işlevi görmekle kalmamış; aynı zamanda Türkiye solunun hafıza, yüzleşme ve yeniden inşa meselelerine nasıl yaklaşması gerektiğine dair eleştirel bir çağrı niteliği taşımıştır.
Türkiye sol hareketinin neredeyse tüm ana akım bileşenlerinin üzerinde mutabık kaldığı konu, bu coğrafyada sosyalizmin tarihinin 1909’da kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası ve onunla özdeşleşmiş İştirakçi Hilmi ile Mustafa Suphi gibi isimlerle başlatılmasıdır. Birçok sol hareket, Kemalizm’le olan farklılığını vurgulamak amacıyla “Bizim Mustafamız, Mustafa Kemal değil, Mustafa Suphi’dir.” der. Hâlbuki gözden kaçırılan önemli bir nokta vardır: Gerek Osmanlı Sosyalist Fırkası gerekse bu yapının yöneticisi konumundaki kişiler, dönemin dünya enternasyonalist sol hareketi tarafından pek ciddiye alınmayan; ideolojik ve teorik birikimleri son derece sınırlı, politik pratikleri ise etkisiz aktörlerdir. Sembolik bir öneme sahip olmalarına karşın, Türkiye sol literatürüne teorik ya da pratik anlamda kayda değer bir katkı sunamamışlardır. Buna karşılık, o dönemin Ermeni devrimci siyasi hareketi –tüm bu kişi ve yapılarla kıyaslandığında– en az otuz yıl daha geriye giden tarihsel birikimiyle, güçlü ideolojik-teorik donanımıyla ve aynı zamanda Osmanlı coğrafyasındaki örgütlenme düzeyi ile enternasyonalist bağları sayesinde, Türkiye sol tarihinin gerçek kurucu unsuru olmayı çoktan hak etmiştir. Hınçak ve Taşnaktsutyun gibi Ermeni sosyalist partileri, dünya Marksist-sol birikiminin görece önem verdiği aktörlerdir.4 Bu partiler, Rus sosyalistlerinden etkilenmiş; ideolojik ve örgütsel anlamda kurumsallaşmış; Osmanlı sınırları içinde örgütlenme ve enternasyonalist atılımlar bakımından çok daha güçlü olmuşlardır.5
Örneğin, Lenin 1917 devrimi sonrası Beyaz Ordu'ya karşı kazandığı bir zaferde, "Daha dün 15 Haziran 1915'te kardeşim, yoldaşım Paramaz, on dokuz sosyalist aydın yoldaşıyla birlikte İstanbul'un Beyazıt Meydanında daraağacına çıkarıldı."6, diyerek Paramaz'ı ve onun nezdinde Ermeni sosyalist hareketini selamlıyordu. Türkiye solunun genelinin Ermeni devrimci hareketini kendi sol tarihinin bir parçası olarak görmemesi, Anadolu’nun yerli halkı olan Ermenileri, onların yaşadığı büyük trajedileri ve buna karşı verdikleri sol sosyalist mücadeleyi yok saymaları, ne yazık ki kapsayıcılığın ve enternasyonalist damarın hâlâ ne kadar zayıf olduğunu gözler önüne seriyor.
1887’de kurulan devrimci Hınçak Partisi ile 1890’da kurulan Taşnaktsutyun Partisi, hem o dönemin en önemli enternasyonalist sol örgütü olan 2. Enternasyonal’e üyeydiler; hem de o dönemin güncel ideolojik ve teorik tartışmalarına sosyalist bir perspektiften programlarında geniş yer veriyorlardı. Hınçak Partisi doğrudan Karl Marx’a atıf yapmakla kalmıyor, kurucu kadroları aynı zamanda o dönemin en önemli Marksist devrimci önderleri olan Engels, Plekhanov, Lenin ile de irtibat hâlinde bulunuyordu. Taşnaktsutyun Partisi ise Hınçaklara göre içinde daha milliyetçi ve burjuva unsurları da barındıran, ama son tahlilde işçi sınıfının ve köylülerin sömürüsünü gerek programında gerekse siyasi pratiğinde bolca dile getiren kitlesel bir sol partiydi.
Her iki parti (Hınçak ve Taşnaktsutyun), Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yüzyıllardır maruz kaldıkları sistematik ayrımcılığı ve dışlanmayı siyasal söylemlerinde açıkça dile getirmiş; buna karşılık, yerinden yönetime dayalı özerklikten Ermeni nüfusun yaşadığı bölgelerde eşit yurttaşlığa kadar uzanan çeşitli siyasal taleplerde bulunmuşlardır. Bu talepler, resmi Türk tarih yazımında iddia edildiği gibi, onları “ayrılıkçı Ermeni milliyetçisi” olarak değil; ulusal meselenin çözümünü sosyalizmle bütünleştiren enternasyonalist perspektife sahip sosyalist hareketler olarak değerlendirmeyi zorunlu kılar.
Özellikle Hınçak Partisi’nin kuruluş bildirgelerinde sınıf temelli analiz ile etnik ve ulusal sorunlar iç içe ele alınırken, Taşnaktsutyun’un daha geniş tabanlı ve zaman zaman pragmatist eğilimler taşısa da sosyal adalet ve emek eksenli politikaları ön planda tutan yapısı dikkat çekicidir. Bu yaklaşım, dönemin sosyalist hareketleriyle (özellikle II. Enternasyonal’le) organik ilişkiler kurabilen tek Osmanlı merkezli siyasi örgütlenmelerin başında geldiklerini göstermektedir.Buna karşılık, 1909’da kurulan Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın programlarında gayrimüslim tebaaya yönelik ayrımcılıklar neredeyse tamamen göz ardı edilmiş, özellikle Ermeni halkının yaşadığı eşitsizlik ve şiddet görmezden gelinmiştir. Bu durum, partinin sınıf siyasetini etnik sorundan soyutlayarak dar bir çerçeveye hapsetmesine neden olmuştur.
Benzer şekilde, 1920'li yıllarda Mustafa Suphi ve arkadaşları tarafından kurulan Türkiye Komünist Partisi de (TKP), Ermeni Soykırımı başta olmak üzere, Rum, Süryani ve diğer Türk olmayan halkların maruz kaldığı tarihsel ve yapısal baskıları gündemine almamış; partide önemli görevler üstlenen Ermeni kökenli üyeler ise, sistematik biçimde etnik kimliklerinden arındırılmış, kendilerine Türk isimleri verilerek kimliklerinin kamusal görünürlüğü engellenmiştir. Bu durum, TKP’nin enternasyonalist ilkelerle çelişen bir çizgi izlediğini ve o dönemki Türk milliyetçiliğinin ideolojik hegemonyasından tam anlamıyla bağımsızlaşamadığını göstermektedir.
1915 Ermeni Soykırımı, sadece Anadolu coğrafyasının önemli, kadim halklarından olan Ermenileri büyük oranda yok etmekle kalmamış; Paramaz ve on dokuz yoldaşının kıyımında görüldüğü gibi Türkiye sosyalist hareketinin parlak kadrolarının o dönem için büyük oranda tasfiye edilmesine neden olmuştur. Sosyalist ideolojik ve politik birikim yok olurken halklar arası ortak sol siyaset yapma kültürü de bitme noktasına gelmiştir. Sol siyasette nitelikli kadroların ortaya çıkmasının belli bir teorik birikim ve zamana ihtiyaç duyduğu göz önüne alındığında, kaybın boyutları çok ciddidir.
Bu durumun Türkiye sol hareketine, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra verdiği en büyük zarar; geride kalan son derece cılız sosyalist hareketin Türk milliyetçiliğinin ideolojik etki alanına kolayca girmesi ve başta Kürt halkı olmak üzere diğer etnik ve inançsal grupların sorunlarına çok uzun yıllar duyarsız kalması olmuştur. Aynı zamanda Türkiye sol hareketinin enternasyonalist damarı, şoven milliyetçiliğin etkisiyle gelişememiş; bu durum dünya solunun teorik ve pratik birikiminden yeteri kadar faydalanamamayı da beraberinde getirmiştir. Paramazların ve onun nezdinde de, 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başında son derece etkin olan Ermeni devrimci hareketinin Türkiye sol hareketi tarafından kurucu unsur olarak görülmesi; hem günümüzün en önemli politik sorunu olan Kürt sorununun anlaşılmasında ve bu kanlı tarihten dersler çıkarılarak gerçekçi çözümler getirilmesinde, hem de solun kendi içindeki milliyetçi-şovenist kalıntılardan arınmasında son derece etkili olacaktır.
Türkiye sol tarihinin, etnik ve sınıfsal mücadelelerin kesişimselliğini merkeze alan bir bilinçle yeniden değerlendirilmesi, sadece kavramsal bir düzeltme anlamına gelmez; bu yaklaşım, “Türk solu” yerine “Türkiye solu” kavramını yerleştirerek çokkültürlü, çokkimlikli ve çoğulcu bir siyasal tahayyülün önünü açar. Bu yeniden konumlanma, yalnızca iç politikada değil; aynı zamanda Ortadoğu ve Kafkasya gibi etnik, dini ve kültürel çeşitliliğin hâkim olduğu komşu coğrafyalarda da Türkiye solunun Türk olmayan halkların özgürlük mücadeleleriyle daha sahici ve dayanışmacı ilişkiler kurabilmesinin temelini oluşturacaktır.
Son dönemde daha sık dile getirilmeye başlanan “demokratik toplum sosyalizmi” kavramının içeriği, ancak milliyetçi reflekslerden arındırılmış, kapsayıcı bir sol tarih anlayışıyla anlamlı bir çerçeveye kavuşabilir. Bu bağlamda, yeniden başlatılan barış sürecinin yalnızca Türk devleti ile Kürt halkı arasında kurucu bir mutabakat arayışı olarak değil; aynı zamanda tarihsel olarak bu toprakların asli unsurları olan Ermeniler, Süryaniler ve Rumları da kapsayan bütünlüklü bir toplumsal barış projesi olarak tasarlanması gerekmektedir.
Bu perspektif, geçmişle yüzleşmeyi sadece bir “geçmiş muhasebesi” olarak değil, gelecek inşası için gerekli demokratik bir zeminin oluşturulması olarak gören radikal bir politik vizyonu zorunlu kılar. Böyle bir yaklaşım, Türkiye solunun hem tarihsel yüklerinden kurtulmasına hem de yeni bir enternasyonalist ufka doğru yol almasına imkân tanıyacaktır. Paramaz ve yoldaşlarının idamıyla sadece bir Ermeni halkının evlatları değil, ortak devrimci geleceğimiz de darağacına çekilmiştir. Bu geçmişle yüzleşmek, bir ahlaki sorumluluk olmanın ötesinde, Türkiye solunun yeniden inşasında tarihsel bir zorunluluktur.
Dipnotlar:
[1] Akın, Kadir. 2015. Ermeni Devrimci Paramaz Abdülhamid'den İttihat Terakki'ye Ermeni Sosyalistleri ve Soykırım, İstanbul: Dipnot Yayınları. s. 57-58.
[2] https://evnreport.com/raw-unfiltered/the-rise-and-fall-of-the-hunchak-party/
[3] Akın, Kadir. Comrade Paramaz: A Revolutionary from Turkey • MassisPost
[4] Anahide Ter Minassian, Ermeni Devrimci Hareketi’nde Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887–1912) adlı çalışmasında, Hınçak ve Taşnak hareketlerini hem milliyetçilik hem de sosyalizm açısından derinlemesine analiz eder. Bu partilerin ideolojik düzey ve örgütsel boyutlarını anlamada temel başvuru kaynağıdır.
[5] Savran, Sungur. Sınıf mücadelesi olarak Ermeni soykırımı, DM 23 yeni.indd
[6] Akın, Kadir. 2015. Ermeni Devrimci Paramaz Abdülhamid'den İttihat Terakki'ye Ermeni Sosyalistleri ve Soykırım, s. 220.
*K’san kahagan sözü Ermenice 20 şehit demektir. Hınçak Partisi yöneticisi olan bu 20 kişinin adları şunlardır: Paramaz lakaplı Matdeos Sarkisyan, Vahan Boyacıyan, Aram Açıkbaşyan, Bedros Torosyan, Armenak Hampartsumyan, Sımbat Kılıçyan, Hagop Basmacıyan, Minas Keşişyan, Mıgırdiç Yeretsyan, Hrant Yegevyan, Yeremya Manandyan, Karekin Boğosyan, Keğam Vanikyan, Karnig Boyacıyan, Hovhannes Derğazaryan, Boğos Boğosyan, Murad Zakaryan, Tovmas Tovmasyan, Abraham Muradyan, Yervant Topuzyan.
(TK/TY)
Son derece vahim sonuçlar üretmeye müsait tarihi bir evreden geçtiğimizin farkında mısınız?
Ülke sadece ekonomik göstergeleriyle maddi anlamda bir tehdit altında değil, bunu yaşarken zihinsel bir tepetaklak gidişin olduğunu da görmek gerekiyor. Bunu hukuk, siyasi etik ve ahlak açısından herkesi tedirgin eden son tutuklama görüntülerini hatırlatmak amacıyla söylüyorum.
Sorunun çözümünü asıl güçleştiren durum bu.
Elbette asıl gereken koşul, demokrasinin olması. Ama bizler ezelden beri ne kadar demokrasi ile yaşadık ki? Asıl sorun demokrasi sandığımız olgunun göstermelik olmasının farkındalığı.
Bunun yarattığı umutsuzluk toplumsal devinimi kısırlaştırıyor ve düzenini bu yapıdan beslenerek güçlendiren bir otokrasiye mahkûm bırakıyor.
Ama bu durum hemen olmadı, hatta son 23 yılın eseri olarak karşımıza dikilmedi. 1980 darbesini yaşayan zamanın genç kuşakları hatırlayacaklardır, ülkece demokratik hakların törpülenmesi bundan sonra olacak olanlara yıkılmaz bir kötü miras hazırladı. “Her şey sermaye için, kahrolsun liberalizm düşmanları” diyerek devlet zoruyla hukuk ve emeğin hakları törpülendi. Siyasetin ruhunu kapitalist sömürüye tamamen teslim etmesi o anda başladı, yok edilmesi için solun üstünde tepindiler. Sonunda olacak olan buydu.
Adil bir gelir dağılımını ve üretimin bununla paralel artmasını beceremeyenler hem sınıflar arası hem bölgeler arası eşitsizliği çoğaltarak, kullandıkları ayrımcı enstrümanları da zamanlamasını iyi yaparak siyasi yapının üstüne boca ettiler. Zihinleri bulandırarak etnik ve dini gruplar arasında aşılması güç toplumsal duvarlar örüldü. Bunu siyasetin sürdürülebilirliği açısından rasyonel bir çözüm gibi kullandılar. Tek tipleştirme ve itaat kültürüne dayalı bir eğitim modeli ile de bunun toplumsal dayanağını yaratmaya çalıştılar.
Buradan çıkan sonuçlardan biri, güçler ayrımının olmadığı bir kurumsal çürüme, ikincisi çalışanı ve emeklisiyle mağdur bırakılmış bir toplum, üçüncüsü geleceğin güvencesi olacak çok yönlü güçlü bir üretim altyapısı ve toplumsal refahı besleyecek güçlü bir ekonominin noksanlığı.
Bütün bunların siyasi farklılığı yansıtan taraflar arasında çoğulcu bir yaklaşımla özgürce tartışılması ve demokratik mücadele içinde çözümün bulunması gerekirken normal olandan uzaklaşılması endişe verici. Bu savrulma her açıdan çözümsüzlüğü, tıkanmayı da doğuruyor. Siyasetin ve ekonomik hayatın bütün katmanlarına sıçrayan keyfilik, ortaklaşmadan uzaklaşma ve aykırılık süreçleriyle artan zıtlaşma, toplumun yönetimi açısından sorunu derinleştiriyor.
Toplum olarak itaat ve korku arasına sıkışmış haldeyiz. Kendini kollamak ve gelecek tehdidi göze alamamak adına oluşan davranış şekli her toplumsal kesimde kendini gösteriyor. Amirinin gözüne girerek terfisini güvence altına alan memurdan tutun, en üst kademedeki bürokratına kadar devlet içindeki her yapıda bu kendine göre şekillenmiş çarpık düzenleşmenin yerleştiğini görürsünüz. Kuralların kuralsızlaşması diyebileceğimiz bu durum, devletin kurumlarına olan güvensizliği her alanda yaratarak, düzenin kendisi bir itaat dayatması olarak rejime biçim veriyor.
Bu türden sistemlerin tarihselliği her detayda benzerlikler taşır. İçinden geçtiğimiz küresel ve bölgesel sıkıntıların ağırlık merkezi, başka deyişle mihveri sayılacak kapitalizmin varoluş kavgası, geçtiğimiz bu zorlu süreçte ne kadar halkların huzura kavuşmasına elverişli koşullar yaratıyor, ondan emin değilim.
Aksine bir tezi savunmak aklınızdan geçmemeli. Ancak, demokratik geleneği zayıf bir geçmişimiz varken, üstümüze yüklenmiş böyle bir rejimin altında ezilmeye devam edecek miyiz yoksa bir çözüm yolu bulabilecek miyiz? Bundan emin olmak istiyorum.
Burada yaşadığım çekince idrak etmek ile eylemlilik arasındaki farkın açılmasından duyulan bir endişe.
En son örnekte, İzBB ile DİSK’e bağlı bir sendika arasında yaşanan anlaşmazlıkta görüldüğü üzere kitlelerle bağını tam kuramamış, örgütsel bütünlüğüne emek tarafının sesini katamamış bir sosyal demokrasi ne kadar sahicidir sorusuyla hesaplaşmak zorundayız.
Siyaset yapmanın ve katılımcı bir demokrasiyi inşa etmenin bütün zorluklarını anlayarak, yapılabilecek olanın en iyisini bulmak hepimizin görevi olmalı.
Türkiye’mizi bu çıkmazdan kurtaracak yolları sağ duyulu ve çağdaş toplumcu bir modelle ve demokrasiyi de inşa ederek bulacağız.
(AG/VC)
PKK lideri Abdullah Öcalan’ın ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nın ardından, PKK 5-7 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirdiği 12. Kongresi’nde fesih kararı alarak silahlı mücadeleyi sonlandırma yönünde karar aldı. Öcalan, PKK’nin 12. Kongresi için iki ayrı belge hazırladı. Serxwebûn gazetesi, 521’inci ve son sayısında, Öcalan’ın 25 Nisan’da kaleme aldığı 21 sayfalık belgeyi yayımladı.
Öcalan, giriş ve yedi ana başlıktan oluşan bu ‘Perspektif’ belgesinde, yeni dönemin teorik, politik, tarihsel ve programatik temellerini ele alıyor.
“Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” başlığıyla sunulan ve Mezopotamya Ajansı tarafından paylaşılan ‘Perspektif’in tam metni şöyle:
Oturumumuz bir ön konferans gibi gözüküyor. Çalışmamıza şöyle bir başlık atmak istiyorum: ‘Kürt varlığında ve Sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak.’
Bu çok zorlu ve tarihi bir çalışma olacak. Yeniden yapılanmaya doğru giderken sorunu farklı başlıklarda ele almaya ihtiyaç var. Bu başlıkların her biri derinlikli analizler gerektirir. Zaman alacaktır. Aceleye getirmemiz de doğru olmaz. Bununla birlikte ‘giriş’ ana metnin ruhunu verir. Ana başlıklarda bir kavrayış yaratmaya yeterli olur. Giriş’i bu formatla ele alacağız. Arkadaşlar da bu taslağa dayanarak Kongre süreçlerini ele alabilirler. Çünkü çalışmanın tamamı 1 ayı bulabilir. Bu da süreci geciktirebilir, sıkıntıya sokabilir.
Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusuyla başlamak istiyorum. Hani o meşhur ‘Kürtler var mı yok mu?’ Varlarsa ne kadar var olabildiler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar?’ yaklaşımları vardı. PKK Kürt varlığını kanıtlama ve özgürlüğün kapısını aralama hareketidir. Ve bu noktada tıkanma var işte. Yıllar sonrası dönem biraz bunu ifade ediyor. Bunun için daha yakın bir geçmişe bakış atalım. Örneğin geleneksel Kürtlükle son etkili iki kalkışma yani iki ayaklanmanın sembol önderleri Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın idam sehpasındaki son sözlerini nasıl yorumlayabiliriz? Bunu biraz açabilirim. Bu geleneksel Kürtlüğün yok edildiğini ifade ediyor. Bu sözlerin anlamı bu. Geleneksel Kürtlük demek geleneksel Kürt varlığı demektir. Ve o Kürt varlığının son iki önderi idam sehpasında bitişi ifade etmişlerdir ve bir miras bir anı bırakmışlardır. Neydi Şeyh Sait’in sözleri: “Hani savcı bey vaat etmiştin, birlikte bir ziyafet çekecektik. Kuzulu muzulu ne oldu?” diye bir soru soruyor. Bu dini gaflettir, çünkü dindar bir Nakşi şeyhidir. Aslında hazin bir trajik yanılgının ifadesi oluyor, o sığındığı ideolojinin ne kadar yanıldığını ortaya koyuyor, bunu yüzüne vuruyor.
Seyit Rıza’nın da işte benzeri, “Ben sizinle baş edemedim, bu bana ders olsun; ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözü daha anlamlı bir sözdür. Bu söz hem kandırılmayı ifade ediyor. Hem de son anda teslimiyeti dayatmışlar, “teslim ol idamdan kurtul.” “Hayır teslim olmam bu da size dert olsun” diyor. Gerçekten dert kaynağı olarak bırakıyor Dersim’i… Bunu ifade ediyor. Sonuçta iki gelenek de hem Nakşi geleneği hem Alevi geleneği ya da Sünni Alevi geleneği; aslında her ikisi de uydurma. Kapitalist modernite, ulus devletçilik ideolojik olarak gelişirken, Kürt inkârı temelini bu iki kavramla atıyorlar. Böyle bir uydurma Alevilik inşa ediliyor, 19.yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başlangıcında. Bu iki aldatmacayla bir Kürt geleneksel varlığı yok ediliyor aslında, özü bu ama hala izleri çok çarpıcı. Hem Bingöl hem Dersim somutunda yaşanıyor. Ve bu önderler aslında bunu ifade etmiş oluyorlar, idam sehpasında olması çok önemli. Bir ölü gerçekliği ifade ediyor, hasta değil, yaralı da değil, ölü bir gerçeklik.
Bununla bağlantılı bir ara dönemi Kadı Muhammed, Mustafa Barzani, Kasımlo, Celal Talabani şahsında yaşanan bir ara dönem. İşte bu dönem hangi gerçekliği ifade ediyor? Evet bir gerçekliği ifade ediyor. Bildiğimiz geleneksel feodal diyoruz, geçiş diyoruz, oradan bize kadar gelen içinde yarı burjuva yarı aristokrat kişilikler. Burjuva diye kastettiğimiz 2. Dünya savaşından sonra ve günümüzde halen varlığını sürdüren bir dönem yani aslında İslam’daki kapitalistleşme, burjuvalaşma… Böyle bir dönem yaşandı mı, yaşanabilir mi? Ama var. Böyle bir kapitalizmi, milliyetçi bir varlık ve milliyetçiliğin temelli bir bilinç var. Temsilcilerden belli. Zaten Kadı Muhammed’in bir devlet olma geleneği var. Barzani’nin hala bir devlet olma deneyimi yaşanıyor. Buna Talabani de ortak. Ama döneme damgasını vuran bir Kürt ulus devlet henüz yok veya ne kadar çabalansa da şüpheli. Olsa da ne kadar yerel bir olgu son derece tartışmalı ve en önemlisi de bize karşı çıkartıldı bu son Kürt federe devlet olayı. Bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmaz destekleri temelinde gelişti, aslında bir varyant oluşum. Devrimci hareketi tasfiyenin bir aracı olarak öne sürüldü 92’den itibaren. Önce Federe parlamento sonra diğer organlar. İşte silahlı kuvvetler o bildirileri bunların yardımıyla atıyorlar teslim olmamız için çok çarpıcı bir gerçekliktir. Bu ara bir dönem… yani Kürt milliyetçiliği, Kürt sermayesi, biz ilkel komprador burjuvazi diyoruz, bazıları daha gelişmiş olabilirler, Diyarbakır merkezli, Erbil merkezli, Süleymaniye merkezli hatta Mahabat merkezli. Ama bana göre bunlar son derece geçici yapay karşı devrim öğeleri olarak, tasfiye aracı olarak dayatılan aygıtlar oluşumu. Hem ideolojik içeriği böyle hem pratikleşmesi böyle.
Bir de aranın arası bir dönemden bahsediyoruz. Aranın arası dönem bize kadar gelecek olan dönemdir. Bunun temsilcileri veya ifade edicileri olarak işte Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Süleyman Mouni kardeşler hatta Siraç’ı da dahil ettim, edebiyatta Cigerxwin, müzikte de Aram Tigran. Bunları nasıl anlamlandırmalıyız. Bunlara yurtsever diyoruz. Kimilerine sosyalist de diyoruz. Modern hepsi, dürüst yani bir işbirlikçilik yaptıkları yok. Karşı güçlerin iradesi değiller, aygıtı değiller, sesi değiller. Ama çok bireysel kalmışlar, çoğu imha olmuş bu işbirlikçiler tarafından. Kendilerini anlamlandırmakta güçlük çekmişler, yaşatmakta güçlük çekmişler ve hepsi komploya kurban gitmişler, en önemlisi de sürgünde ölmüşler. Bir sürgün gerçeklikleri var. Ama tabi bizi de biraz etkilemişler. Yani nereden bakarsan bak bizim protolarımız bunlar. Benim kendi açımdan da söylüyorum bunlar proto Apocu bir gerçeklik olarak gözüküyorlar. Böyle bir anlam biçmek istedim bu aranın arası döneme.
Daha sonra girişimizi bizimle ilgili olan kısmı, 20.yüzyılın sonu ile 21.yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran kendi gerçekliğimden bahsediyorum. Bir Apo gerçekliği var bu açık, ne inkâr edilebilir, ne de abartılabilir. Tabi bu Apo gerçekliği veya hakikati nasıl yorumlanmalı. Hayal ve gerçeklik olarak neyi ifade eder?
‘Apo dönemi’ Önderliksel karakteri itibariyle çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik Gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaşkınlığı Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır. PKK’de Önderliksel gerçekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. APO gökten inan bir mesih değil; emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir Önderliktir. Kürt- Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. APO bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır.
Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikle iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortama gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. Fakat artık yeter! 50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de Önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi anlamamak, özgür Kürdü, Kürdistan’ı anlamamak demektir. Gerilikte ısrar etmek demektir. Bunun için gelişmiyor, Önderleşmiyorsunuz. Sizi Önderlik gerçeğinin bir parçası haline getirmek için 50 yıldır amansız bir emek ve mücadele içindeyim.
Önderlik gerçeğini doğru anlamadan, kendini gerçekliğe yatırmadan bırakın topluma öncülük etmeyi, kendiniz yürüyemezsiniz. Nitekim kendinizi dahi taşıyamıyorsunuz. Muazzam bir söylem ve eylem gücüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine almıyorsunuz. Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabi çünkü ciddi bir iş. Şu anda APO gerçeği hem bir süre durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor. Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. Şu an hala her an yaşadığım durum... Evet burada bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat benimle amansız ve her an idamım için her şeyi yapan bir Türk, dönemin Türk duyarlılığının partileşmiş hatta proto parti devletin en yetkili sesi ve eli olarak Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. Yani bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli DEM heyetine bunu bizzat söylüyor. “Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönemi başlatmak istiyorum.” Bu da bana göre, bu barış ve demokratik toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir. Hem bir barış çağrısı hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı. Gelişmeler biraz bunu da gösteriyor. Ve buradan çıkartacağımız tek sonuç ancak savaşanlar barışabilir. Yani ikincil üçüncü güçler değil de ara güçler müttefikler değil de bizzat savaşın sorumluluğunu taşıyanlar ancak barışın sorumluluğunu üstlenebilir. Çünkü barış en az savaş kadar ciddi bir olay. Ve böyle ciddi bir olayın sorumluluğunu da onun bir numaralı taşıyıcıları sahiplenebilir. Dolayısıyla gerçekçi, bu savaşı devlet yürütüyor. Devlet bu savaşı bir barış denemesi olarak yeni bir başlangıca dönüştürme gereği duyuyorum. Bu seslendirildi son altı ayda. Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorumlusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. Bu da kamuoyu ile paylaşılmıştır. İfadesi de şöyledir; savaşanlar ancak barışı gerçekleştirir. Diğer muhatapların barışı gerçekleştirme gücü olamaz. İkincildir ya da yardımcıdır. Esas inisiyatif bu işin öncülüğünü yapanlardır. Böyle bir rotaya girdi, bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içindeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye Cumhuriyeti’yle özellikle. Diğer devletlerle ise Irak, İran, Suriye devletleri içinde benzer süreçler devreye girecektir. Türkiye’nin inisiyatifinde olması da bana göre hem aklın gereği hem gerçekliğin ifadesi oluyor. Öyle olması gerekiyor, öyle oluyor. Dolayısıyla bu atılan adım oldukça ciddiye alınabilecek bir adım. Her ne kadar belli bir zorlanmaya uğrasa da doğru bir adıma benziyor. Atlanacak mı bu eşik tamamen yaratıcı çabalar bunu mümkün kılabilecek. Bu temelde yeni dönemi yedi ana başlık halinde sunmayı deniyorum. Bu yedi ana başlığı neden seçtim, nasıl seçtim? Tartışıyoruz.
Belki çok az akla gelebilecek Doğa ve Anlam veya Doğanın Diyalektiği ile başlamak istedim. Ne ifade edilmek isteniyor bununla. Biraz daha açmaya çalışayım. Anlam bir ilişkiselliğe ve paylaşıma işaret eder. Karakteristik olarak ortaklaşmacı, toplumsal bir kavramdır. Anlam her şeyden önce bir şeyin anlamıdır. Varlıktan bağımsız bir anlamdan söz edilemez. Peki anlam nasıl oluşur? İnsan doğayı dinleyerek anlam gücünü geliştirir. İlk öğrenme tarzının mimetik olması bundandır. İnsan doğayı dinleyerek doğadan dönüştürür.
Toplumsal tarih boyunca doğayı dinleyerek öğrenme yöntemi giderek zayıflamıştır. Çünkü simgesel dil ve analitik zihin geliştikçe insan doğayı kendi kavramları ile tanımlamıştır ki, insanın doğaya yabancılaşması sonucu doğurmuştur ve bu yabancılaşma kapitalist modernite sürecinde zirveleşmiştir. Her dönemin hakim düşüncesi, o dönemin hakikati oluyor. Yani bir dönemin hakim düşüncesi varsa, o dönemin hakikati olarak kabul ediliyor. Bir gerçeklik var onun bir ifadesi var ve o ifade de bir düşünceyi ya da hayali ifade ediyor. Mesela mitik düşüncenin hakim olduğu o döneme mitik dönem diyoruz. Yani tamamen hayallerle ifade edilen bir dönem. İnsanlığın yaşadığı en uzun dönem. Milyonlarca yıl bir mitik dönem yaşandı. Hatta mimetik yanı ağır basan, bir hayvanların o taklitçi sezgileriyle iç içedir… Bu milyonlarca yıla mimetik dönem diyoruz. Mimetik ardı sıra mitik düşünce gelişti. O büyük ölçüde neolitik, yukarı neolitik, mezolotik, dönem hakikatidir. Toplumsal karşılığı klan kabile toplumudur. Bitki ve hayvanların evcilleşmesi denilen aslında bir yeni kültür bir yeni yaşam biçiminin ilk defa yaşandığı bir dönemin ifadesi oluyor. Mimetik yani hayvan sezgilerini aşan bir düşüncedir mitik düşünce. Tamamen hayallerle ifade ediliyor. İnsanda bir sembolik düşünce gelişiyor. Hayvandan düşünce bağlamında bir ayrışma var, simgesel düşünce sadece insana özgür bir düşünse. İnsan hayvandan simgesel düşünce ile ayrışır. Mimetik düşüncede sembolizm yoktur, taklit vardır. Taklit bir düşünce midir değil midir, tartışılır. Hayvanda zihin olabilir ama o düşünce durumu değil. Mitik dönemin düşüncesi bu anlamda simgeseldir. Mitik dönemin düşünce dünyası masallardır, biraz ötesinde tek tanrılı din dediğimiz veya ona benzer bir dinsel düşünce var. Aşağı yukarı günümüze kadar bir dini düşünce dini anlamlandırma aşaması söz konusu. İkisi de Ortadoğu insanlığın beşiği dediğimiz bugünkü Yukarı Mezopotamya kaynaklıdır. Hem mitik ve hem dinsel düşüncelerin beşiği bu Dicle -Fırat vadileridir.
Mitler toplumsallaşmanın gerektirdiği anlam örüntüleridir. Toplumsal yaşamın maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayan bir imgelem olarak toplum kurucu rol oynarlar. Bu yönüyle klan toplumsallaşmanın zihin gücü hakikati oluşturucudur. Büyük ekolojik döngü, yaklaşık 15 bin yıl önce sona eriyor. Orda yeni bir iklimsel dönem başlıyor. Bu, neolitiği imkan dahiline sokuyor ve yeni bir dönem başlıyor. İnsan varlığı da burada önce dili icat ediyor, simgesel düşünceyi kabul ediyor. Uygarlığa, devlete sıçrama yapıyor.
Bu dönemin düşüncesi doğayı ifade eder mi, doğa için biçtiği anlam var mı? Aslında var gibi gözüküyor. Örnek olarak İslam’ı alırsak her şeyin bağlandığı bir Allah kavramı var. Allah işte evreni kuşatan, an be an her şeye hükmeden, an be an her şeyi yaratan varlık olarak Allah’ın tanımı yapılır. Hatta tanımlanmazlığı ifade edilir. Bir imandır, ifade edilemez diye sunulur. İslam demek bu demektir. Aslında bu bir aşamadır ve bu çok çarpıcı bir aşamadır insanlık tarihinde. İslam’ın bu kadar etkili olmasının nedeni de budur. Felsefe ile mitolojik düşünce arası bir düşüncedir İslam. İslami düşünce ne tam felsefedir ne tam mitik düşüncedir. İkisine de şiddetle karşıdır, Gazali’de ifadesini bu bulur. Eğer bir ekol olarak bahsedeceksek, ki hakim ekoldür Gazali, bir yandan Avrupa’da zafere giden bilime yol açan felsefeye kapıları kapatır. Diğer yandan kelamı geliştirir, ama kelam demek felsefe demek değil. Diğer yandan mitolojik çağı da kapatır. Ve böyle yepyeni bir İslam çağı doğar. Çok etkilidir. Çağa damgasını vurmuştur. Hem Hristiyanlığı hem Tevrat’ı hem Hint Çin dinlerini, geriletmiş kendisine bir alan açmıştır. Neden? Çünkü önemli bir aşamadır. Felsefe ile mitoloji arasındaki dönem olmazsa olmaz bir........
© Bianet
