Değersizleştirme, değersizleşme
Kurum ya da kurumları, toplumu/toplumları, ülke ve/ya da ülkeleri, kıtaları doğal afetler, felaketler bir anda ya da zamanla yerle bir edip yok edebilir. Değişen doğa koşulları veya savaşlar, bombalar ve iç-dış çatışmalar gibi nedenlerle de kurumlar, toplumlar, ülkeler zaman içinde çöküp yok olabilirler.
Bilim dünyası her gün yaşanmış, yaşanmakta olan, yakın gelecekte yaşanabilecek olay ve olgulardan hareketle insanlığı yeni yeni kavramlarla tanıştırıyor. Artık bilim dünyasının gündemine ‘çöküş’ diye bir kavram daha girmiş durumda. İnsanlık ve toplumla ilişkili bu kavram, yaygınlaşarak ve hızla bir bilim dalına (çöküşbilim / kolapsoloji)[1] adını verme, çalışmanın konusu olma yönünde gelişiyor evriliyor.
Ama kurumsal ya da toplumsal ölçekte değersizleştirme ve bu yolla kurum veya kurumları, toplumu çökertme bu bilim dalının -bugün için- kapsamına girmiyor. Ancak yarınlarda çöküşbilim sosyolojisi oluşur, onun kapsamı kurumsal-toplumsal değersizleştirme süreçlerini de içerir biçimde oluşup genişlerse, elbette bu umulmadık bir gelişme olmayacaktır.
Yerleşik tarım toplumunun üç-dört kuşağın bir arada, birden fazla evli çiftin aynı çatı altında barınıp yaşadığı geniş aile yapısı, sanayi toplumunun ana-baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan çekirdek ailesine dönüştüğünde aile içi kadın-erkek işbölümü de gelişerek yeni biçimler aldı. Geniş aileden geçiş ailesi yoluyla çekirdek aileye ulaşım, kadın-erkek eşitliği anlamını da taşıyan bir değişim - dönüşüm sürecidir de aynı zamanda.
Ailenin küçülüp, işbölümünün değişerek yeniden yapılanması ailenin kız-erkek çocuklarının eğitim-öğretim ve çalışma süreçlerini benzeşir kılarak, giderek aynılaştırdı. Böylece yerleşik tarım toplumu kültürüne göre okur yazarlık arttı, eğitim düzeyi yükseldi. Bu da her şeyi olduğu gibi kabul edip itaat edenleri azaltırken soru soranları, itiraz edenleri arttırdı. Biat, itaat, kulluk dönemi yerini anlaşma (uzlaşma-çatışma) süreçlerine terk ederek kabullenme/uyum/reddetme mekanizmalarını yaşamın parçası haline getirdi.
Anlaşma süreçleri yönetenle-yönetilen ilişkisine kurallar getirmeye, kurallar da her iki tarafın ‘ne yapıldığında, ne olacağını’ bilmesinin ya da öngörebilmesinin kapılarını açtı. Ama bu yeni olgu, kuralların etkin ve yetkin bir biçimde uygulanmasını gerektiriyordu. Bunun koşulu da yönetim erklerinin tek elde toplanması değil dağıtılmasıydı. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden ayrı ve de bağımsız olmalıydı. Öyle de oldu.
Tüm sınıf ve toplumsal kesimlerin hem siyasal hakları, hem de haklarını kazanmak ve savunmak için örgütlenme özgürlükleri olmalıydı; parça parça ve uzun mücadelelerle bu hakların neredeyse tümü elde edildi.
Her toplumsal kesim, iktidarda söz sahibi olabilmeliydi. Dönem dönem, yer yer, zaman zaman bu da oldu. İktidarlar seçimle gelip, seçimle değişmeliydi ve de bu seçimler her taraf için eşit koşullarda ve adil bir şekilde yapılmalıydı. Seçimlerin adil biçimde yapılanı, yapılmayanı oldu. Bu süreç onlarca yüzlerce yıl aldı, fakat sonlanmadı. Halen devam eden bu gelişim (şimdi tersi hissediliyor olsa da) eşitlik, devlet müdahalesinin en aza inmesi, devletin görünmezliği ve giderek yok olması yönünde.
Yerleşik tarım toplumundan sanayi toplumu ve ötesine gidildikçe iktidarlar, sınıflı toplumun egemen sınıf temsilcileri olarak; kabilenin, beyliğin, krallığın, imparatorluğun, ulus devletin, birleşik devletlerin yönetimini monarşik, aristokratik, oligarşik ya da demokratik biçimlerde ele geçirip, iktidarlarını sürdürme ve koruma mücadeleleri içerisinde oldular. Tarım toplumundan sanayi ve ötesi toplumlara gidiş sürecinde gelişen-değişen sadece teknoloji, üretim araçları ve ilişkileri değildi elbette. Bilgiler, değerler, inançlar da gelişip, değişip, farklılaştı.
Tramvay metaforu, istendiği zaman binilen ve hedeflenen yere gelindiğinde inilebildiği gibi geri dönmek için de binilebilen bir aracın varlığını anlatıyor bize. Asıl mesele sizin o tramvaya nereye gitmek için, ne zaman bindiğiniz ve de nerede, neden, ne zaman indiğinizle ilgili! Ama o da yeterli değil!
‘İlk Çağ’daki (milattan önce 7. yüzyıldaki) Musevilik, Orta Çağ’daki Hıristiyanlık ve (milattan sonra 7’inci yüzyıldaki) Müslümanlık, tek tanrıcı dinler olarak birbirlerinin devamı olup, hikayelerini birbirlerinden alarak aktaran ve yalnızca küçük ayrıntılarda birbirlerinden ayrılan dinlerdir. Çıkışında halktan yana, eşitlikçi bir başlangıçla ortaya çıkan Musevilik, aynı zamanda tarihin ilk belirgin ırkçı ya da milliyetçi hareketiydi.
İlk Hıristiyan kütleler, Roma emperyalizmi altında ezilmiş köleler ve alt sınıflardı. Ancak Hıristiyanlığa Roma sahip çıkınca, bu din de hakim ulus ve sınıfların aracı olmaktan kurtulamadı. Orta Çağ’da 7’inci yüzyılda Muhammed ile İslamlık, Musevilik ve Hıristiyanlığın temel akidelerini onaylayan bir din olarak ortaya çıktı. Çıkışlarında halktan yana, eşitlikçi, zengin fakir arası gelir eşitsizliğinin doğurduğu ahlak buhranlarına çare arayan bu dinler kısa bir süre içinde devrimci güçlerini yitirip, mevcut eşitliksizçi düzenin bir aracı haline geliyorlarsa eğer’[2]; bu dinler toplumsal gelişme ve değişmenin değil, değişmemenin eskiyi güçlendirip koruma ve devamlılığı sağlamanın, hatta mümkünse daha da eskiye dönmenin aracı olarak ‘muhafaza ve muhafazakârlık’ işleviyle yüklüler demektir.
Toplumsal değişme–gelişme tek doğrusal ve dur-duraksız bir süreç olmasa da özünde bilgi, deneyim ve birikim taşıdığı için ileriye dönük bir olgudur. Yani değişme-gelişme süreci, bugünün dünden, yarının da bugünden daha ileride olması demektir aslında.
Eğer egemenler, iktidar sahipleri yarınları yaratacak değişme ve gelişmeleri kontrol altında tutup denetleyemiyorlarsa, eğer yeni gelişmelere kapı açılmasını kendileri ve sınıf çıkarları açısından istemiyorlarsa, doğal olarak süreci engellemek ve süreci geriye çevirmek için ellerinden geleni yaparlar. Yapamasalar bile, yapmayı denerler. Denerler çünkü yeni olan, eski olanı ya uyum göstermeye ya da yok olarak yerini yeniye bırakmaya zorlar. Bu denemenin en kullanışlı aracı da ya kitleleri ikna etmek ya da kitleleri ikna olmak zorunda bırakmaktır! Kitleleri ikna olma zorunda bırakmanın yollarından biri ise değişme-gelişmeden yana olan her şeyi, insanı / kurumları / toplumu değersizleştirmektir.
Yasama, yürütme ve yargıdan başlayarak neredeyse tüm kurum, kuruluş ve değerlerin içini boşaltarak değersizleştirmek, toplumun/toplumların geleceği açısından birden çok sonuç doğurabilir. Bunlardan ilki toplumun çöküşü -ki bu bir toplum çökertme eylemidir-; ikincisi, yönetimin tamamen ele geçirilmesi; üçüncüsü toplumun tüm kurumsal yapısının ve varlığının (yani toplumun) ortadan kaldırılması; bir dördüncüsü ise değersizleştirmenin dönerek kendi iktidarını yok etmesidir denebilir. Ancak bu sonuçlar toplumsal rızadan bağımsız ortaya çıkan, oluşan gerçeklik olarak algılanıp, değerlendirilemez.
Toplumlar ve onların yönetimi açısından önemli olan toplumsal rızanın alınması ve bu onayın sürdürülebilmesidir. Çünkü alınamayan veya sürdürülemeyen toplumsal rıza onayına karşın iktidar direnişi ya toplumun çökertilerek yok edilmesini ya da toplumsal rızayı alamayan iktidarın yok oluşunu getirebilir. Tıpkı hücreleri kendini yenileyemeyen canlının, canlılığını yitirerek ölmesi veya güç zehirlenmesine kapılmış bir narsistin zorunlu intiharı gibi.
Demokrasi eşitler arasında eşitlikçi bir yönetim anlayışı olarak gelişimini tamamlamış bir yönetim erki, yönetim biçimi, sistemi olarak ele alınamaz. Demokrasi, gelişimi halen devam eden bir süreçtir. Gerçekte demokrasi gelişmekte olan, devletin/devletlerin görünmezliğiyle asıl biçimine kavuşacak bir yönetim erki, biçimi ve sistemi olabilir. Bu nedenle de demokrasi, değersizleştirmenin konusu olamaz. Çünkü insanı, kurumları, toplumu değersizleştirmenin ana yolu birimlerin -insanın, kurumun ya da toplumun- yetki, sorumluluk, beceri ve donanım birikimlerini yok saymaktan, yok etmekten, üretilemez kılmaktan, toplumu kin ve nefrete boğmaktan geçer. İşte tüm bu nedenlerle gelişmekte olan demokrasiyle, iktidarların insanı / kurumları / toplumu değersizleştirme düşünce ve eylemi birlikte bir arada olmaz, olamaz ve yaşayamaz.
[1] Servigne, Pablo & Stevens, Raphael ; Her Şey Nasıl Çökebilir? T.İş Bnk. Kül.Yay., İstanbul 2024 s:XVI-XXVI
[2] Bir önceki paragrafla birlikte bu paragraf, altmış yıl kadar önce Adam Şenel tarafından yazılan “Sağcı Düşünüşün Kritik Tarihi, Doğan Yayınevi, Ankara 1968” adlı kitabın ‘eşitsizlik ve dinci düşünüş / s:83-92’ bölümünden yararlanarak ve özetlenmiş biçimde alıntılanarak buraya aktarılmıştır.
(ST/HA)
Türkiye, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına gireli bir buçuk yıl geride kaldı bile. 6 Şubat depremlerinin yıkımı altında 2023 Mayıs’ında Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler, ardından 2024 Mart’ında yerel seçimler yapıldı. En genel hatlarıyla söylersek ilkinde iktidar, diğerinde muhalefet ‘kazandı’. Ardından........
© Bianet
