Sürgün olmanın ağır hâli
Takip edenler farkında olmalı. Geçtiğimiz hafta İmralı tutsaklığından seslendi Abdullah Öcalan.
Kendi uzun mahpusluğunun mekânsal tercihinin dışında, siyaseten yurt dışına çıkmayı tercih edenlere de özetle “yurda dönün” çağrısında bulundu.
Malum, epeydir “biletimiz cebimizde, beklemedeyiz” mealinde açıklamalar yapıyordu uzak ülkelerdekiler. “Çağrıya” cevap verip dönerler mi? Henüz bir hareket yok!
Nerdeyse çeyrek asır evvel gitmişken oralara o uzak sürgünleri, yaban ellerdeki yurtluklarında ziyaret etmiştim. Çoğuyla görüşmüştüm uzak ve soğuk ülke İsveç’te.
Yaşadıkları ülkeyle pek barışık değillerdi. Yüzleri uzak düştükleri memleket toprağına dönük, kulakları ordan gelecek sese duyarlıydı. Ayakları sanki yer-yurt tutamamıştı. Konar-Göçer haldeydiler. Her an ülkeye dönmek için bekler gibi.
Onların hâl-i pür melalini gördüğümde kendisi de bir sürgün olan Nureddin Zaza’nın sürgünlük üzerine yazdıklarını anımsamıştım.
Diyordu ya Zaza;
“Sürgün her yerde yalnızdır
sürgün ülkesini terk etti ve
dünyaya açıldı.
tanrı sürgünlere rehberlik etsin!
insanların arasından geçtim,
bana baktılar, ben de onlara;
ama birbirimizi tanımıyorduk.
sürgün her yerde yalnızdır!
güneş batarken ve vadi yarıklarından dumanlar yükselirken,
kendi kendime soruyordum:
‘akşamları evine dönen, ailesiyle birlikte olan kişi ne kadar mutludur’
sürgün her yerde yalnızdır!
rüzgarın önüne kattığı bu akşamlar nereye gidiyor?
rüzgar beni de önüne katıp savuruyor habersiz,
keyfince beni de alıp götürüyor.
sürgün her yerde yalnızdır!
bu gövermiş ağaçlar ve yeni açılmış çiçekler çok güzel;
fakat bunlar ülkemin ağaçları ve çiçekleri değil:
bana hiçbir şey anlatmıyorlar.
sürgün her yerde yalnızdır!
bu ırmak kırık bir kalple ovada akmakta; fakat şırıltısı çocukluğumda duyduğum ülkemin ırmaklarını andırmıyor.
ırmak bana hiçbir şey anlatmıyor.
sürgün her yerde yalnızdır.”
Öyleydiler ve yalnızdılar…
Şimdiyse bende iki şarkı sözüdür Sürgünlük iki ayrı dilde…
“Fırtınada, ak ayazda
Sürgün her yerde hep yalnızdır
Gül açsa da, kuş uçsa da
Görmez, dargındır.
Her durakta, her uykuda
Sürgün her nefeste yalnızdır
Her şafakta, her yudumda
Hasret sancıdır...”
Ve öbür dilde;
“Karwan karwanê kul û derdan
Dev ji mal û milkê xwe berdan
Digerin wek koçeran der bi der
Rih û can û milkan tev li ser dan
Penaberin penaber
Wek koçera der bi der
Welat welat digerin
Bûne wek teyrê bêper”*
*Dert yüküyle yüklü kervan, bütün varlığını ardında bırakarak, yersiz yurtsuz göçerler gibi, ruhunu bedenini bırakarak…
Sürgündürler sürgün, yeri yurdu olmayan göçerler misali, şehir şehir dolaşıyorlar, kanatsız kuşlar gibi…
(HA)
Mussolini’nin ahtapot gibi yayılan kolları tabii ki İstanbul’a kadar uzanmıştı. Faşizmin yaygınlaştırılması için İtalya kökenli cemaatlerin ve İtalyan eğitim kurumlarının olduğu her yerde beyinler yıkanmaya başlamış, milliyetçi propaganda kendini gurbette hissedenlerin can simidi haline gelmişti.
Tam da o dönemde yetişmekte olan Levanten babam faşist öğreti çerçevesinde mühim bulunan vücut fetişizmine kendini kaptırmış, sportif, atik ve çevik olmaya kendini adamıştı. Kaslı ve ölçüleri yerinde bir beden gördüğü anda, mevzu bir erkek vücudu olsa da onu takdir etmekten geri durmayışını, sanki kafasında asaletle harmanlanmış bu estetik fetişizmine dayandırırdım.
Mevzu evrensel bir güzellikti ve muhakkak ki Naziliğin Ari ırk teorisiyle de örtüşüyordu; ancak seneler içinde bu tavrının eşcinsellikle bir alakası olabileceğini de düşünmeye başlamıştım. Coğrafyamızda bilhassa erkeklerden müteşekkil gruplar arasında “ibnelik”le ilgili espriler gırla gitse de sanki babamın laflarında mazisindeki bazı yaşanmışlıkların teferruatlı ifadelerini yakalıyordum.
Kendini çok sportif, üstelik hâlâ formda sanan ABD Başkanı Donald Trump’a dair bu yöndeki yorumlar da son zamanlarda ayyuka çıkmış vaziyette. Genç, iri yarı, kaslı ve erkeksi birini kameralar karşısında tanıtırken hoş, yakışıklı, çekici gibi sıfatlar kullanmaktan asla çekinmediği, hatta bakışları, çehresindeki genel ifade ve vücut diliyle dışa vurulan heyecanını gizlemediği kesin.
Ya her fırsat bulduğunda, bir kadına yapıldığı takdirde sarkıntılık olarak algılanabilecek hareketlerle fiziksel temastan da kaçınmaması manidar değil mi? Acaba ilerlemekte olan demansından ötürü bazı normlara uymamasına artık alışmalı mıyız?
Oysa zat-ı muhteremleri, cinsellik hususunda bilhassa Epstein’le teşrikimesaide bulunurken fazlasıyla hoyrat davrandığı tahmin edilse de, sofu Hristiyan Evanjelist doktrini kapsamında eşcinselliğin lanetlendiği, bilhassa trans bireylerin her türlü kötülüğün anası sayıldığı kültümsü rejimin lideriydi.
Din ve aile değerlerini sansasyonel propagandayla mütemadiyen empoze eden gericilerin cinsel fantezilerini serbestçe yaşayamamalarından dolayı, kamuflaj amaçlı çoluk çocuğa karışmak suretiyle muhafazakâr bir imaj peşinde oldukları söyleniyordu.
İşin zaten garip tarafı, geçenlerde suikaste kurban gitmiş Charlie Kirk’ün Nazi zirvelerine öykünen cenaze töreninin tertiplendiği Glendale’deki dahil, Trump’çı MAGA’ların topluca bulunduğu toplantılarla hemzamanlı şekilde LGBTQ mobil ağ uygulaması Grindr’ın tam da o mıntıkalarda çöktüğü tespit ediliyordu.
ABD Temsilciler Meclisi Cumhuriyetçi üyelerinden Adam Kinzinger’ın da Trump’ın gözbebeği olduğu yıllarda Başkan’ın flörtçü muamelesinden muaf tutulmadığı malum. İcraatlarını övüp Adam’ı muhtelif iltifatlara boğduktan sonra bir basın toplantısında Trump’ın ona dair cümlelerini resmen “Üstelik yakışıklı!” ifadesiyle bitirdiğine şahit oluyoruz.
Lakin 2020’de Cumhuriyetçi Parti seçimi kaybedip, Trump seçimlere Demokratlar tarafından hile karıştırıldığı iddiasıyla sonucu kabul etmediğini ilan edince aralarındaki “aşk” aniden sona ermişti. Sebebi Adam Kinzinger’in bu saçma sapan tezi kesinlikle desteklemediğini açıklaması ve partinin ileriye bakıp hezimete sebep olan hatalarını telafi etmeye konsantre olması gerektiğine dair tavrıydı. Üstelik Adam birtakım çapulcunun 6 Ocak 2021 ABD Kongre Binası baskınını da lanetleyince Trump’la Cumhuriyetçi Parti’nin kara koyunu haline geldi ve siyasi kariyeri adım adım, resmen söndürüldü.
Son Cumhuriyetçi (The last Republican) filmin jönü Adam hakkında gayet teferruatlı, biyografik bir belgesel. 2024 ABD yapımı 90 dakikalık filmin yönetmeni Steve Pink geleneksel televizyon belgeseli formatını kullansa da ortaya çıkan cilalı netice MAGA mantalitesine dair ziyadesiyle aydınlatıcı.
Dünya prömiyerini geçen seneki Toronto Uluslararası Film Festivalinde........
© Bianet
