Mehmed Uzun’suz…
Geriye dönüp baktığımda onu öte yakaya uğurlayışımızın üzerinden on sekiz koca yıl geçmiş/geçti. Ardında roman, deneme, anı-anlatı tarzında Kürtçe, Türkçe ve İsveççe yazdığı 20 eser bıraktı. Romanlarını anadili Kürtçe, denemelerini ise Türkçe ve İsveççe yazdı. Evet, bir Kürt edebiyatçısıydı. Ama üç dilde de yazdığını her fırsatta dillendirirdi.
Ölmeden önce sadece Kürt okurlar nezdinde değil, yüzü Kürtlere dönük olan Türk okurlar nezdinde de hayli ilgi gören, etkinliklerinde salonda oturacak yer kalmayan, imzalarında uzun kuyruklar oluşan bir yazardı.
Bugün koca on sekiz yılın bir tercüme-i hâlini masaya yatırırsak yılda bir kez ölüm yıldönümü 11 Ekimlerde toplanarak mezarı başında andığımız, gün içinde de bir iki etkinlik yaptığımız durumdan başka da bir şey yok Mehmed Uzun için.
Hâlbuki defalarca en az birkaç kez ben dile getirdim: Kürtçenin kadri kıymeti için Kürt kurumlarından biri Mehmed Uzun adına “Ödüllü Kürtçe Roman Yarışması” hayata geçirip ve bunu da gelenekselleştirebilirlerdi.
Belediyelerimizin yönetimi devraldıkları yirmi ay içinde çokça kültürel/sanatsal işler yapıldı. Dilerim en azından bu tarihten sonra Mehmed Uzun adına böyle bir kalıcı projeyi düşünür ve hayata geçirirler. Bunun için de en doğru adres Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanlığıdır.
Ayrıca her yazarın yazı işliğinde mutlaka yazılma gününü bekleyen el altında yarım bırakılmış yazı dosyaları vardır. Mehmed üretken bir yazardı. Hastane ve tedavi sürecinde bana anlatmıştı başladığı ve elinin altında olan metinlerini. Bu işlerin aileyle mutabakata varılarak ortaya çıkarılması da önemlidir.
Kürt coğrafyasında “kıtm nüfus” diye bir tema vardı. Bir şekilde saklı kalmış, kayıt dışına düşmüş kimseler. Onlara “mektum” kişiler de denirdi. O mektumların birer kimlik sahibi olmaları uzun mahkeme süreçlerini aşarak ancak İçişleri Bakanlığı kararı ile mümkün olabiliyordu.
Mehmed Uzun ve onun gibi entelektüeller aslında tıpkı o mektum kişilerin durumunda olduğu gibi mektum bir dil haline indirgenen Kürtçenin mektumluktan kurtulmasının kavgasını mahkeme kapılarında verdiler. Sonra uzun sürgünlüklerde “herkes vatanında mutludur” diyerek bu kavganın devamını getirdiler.
Bugün 2025’in Türkiye’sinde artık hiç bir şekilde geriye dönülemeyecek düzeyde Kürt’ün kimliğiyle en üst düzeyde kabulü ve itirafı söz konusu ise; bunda elbette Kürt siyasi hareketinin uzun yıllara dayalı sebatkâr mücadelesi yanında, Mehmed Uzun gibi Kürt aydınlarının ısrarla Kürtçe edebiyat yaparak muktedirlerin “olmayan / bilinmeyen dil” inkârlarına karşı da öncü mücadeleleri asla unutulmamalıdır.
Mehmed Uzun, evet benim yarım asırlık ve Ankara’daki öğrencilik yıllarımdan bu yana ölünceye kadar arkadaşımdı. Hâlâ arkadaşım ve bu sebeple adreslerine ulaşıp gereği yapılsın diye yazıyor ve söylüyorum.
Malum biz doğu toplumlarında sahada görünür olup kelam üreten, söz söyleyen, yazan, konuşan insanları bir şekilde hırpalamak istemeyen kimileri hep vardır. O kötülüklerin neferleri kimi kez de başarılı olduklarını varsayıp övünürler.
Mehmed Uzun bunları bu acıları yaşamış biriydi. Defalarca o hastane odasında konuşmuştuk bunları. Şimdi bir vefa borcu arifesindeyiz. Evet, hayli geç kalındığı bir gerçek ama hiç yapmamaktan iyidir diye düşünüyorum.
*Mehmed Uzun’un 18. ölüm yıldönümünde mezarı başında konuşma metnidir.
(ŞD / AB)
Sanatı nasıl yaşarız? Şarkılar, kitaplar ve filmler hayatımıza nasıl girer, nasıl kalır ve bir gün nasıl gider? Bu yazıda, toplumsal ritme bakarak ve retrospektif bir kavrayışla bunu anlatmaya çalıştım. Darbe sonrası birçok kopuşun daha net ortaya çıktığı için, seksenler bu yazının merkezinde durmakta.
Yurtdışından gelenlerin bazıların yanında getirdikleri Yılmaz Güney kasetleri, başka adlarla evlere girer; perdeler kapanır, videonun “play” tuşu tık eder; görüntüler, 80’lerin ağır havasına karışır... On yılın ikinci yarısında İstanbul’un varoşlarında Ferhat Tunç, Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli ve ardından Grup Yorum daha çok duyulmaya başlamıştı. Henüz 90’lara varılmamış ve radyolar, biri de Radyo Umut daha açılmamıştır; kaset hala elden ele geziyordu.
Şiwan Perwer’in sesi ara sokakların aralarından çıkıyordu. Sert ezgilerin arasında bazı otomobillerde Zeki Müren’in sesi yankılanır; hâlbuki sokaklarda aynı anda homofobik ve transfobik alaylar dolaşırdı Zeki Müren ve Bülent Ersoy aleyhine. Aynı mekân, farkı müzikle farklılaşan gençlik vardı.
Önceki kuşağın siyasallaşmasında elden ele dolaşan romanlar (Ana, Demir Ökçe vb.) temel referanstır; sonraki kuşakta bu işlevi müzik üstlenir. Kimin ilk aklına gelmişti acaba, Jack London’u okutmak? Belki de 60’ların yoğun sansür siyasetinde, muhtemelen Amerikalı olması nedeniyle ulaşımı daha kolay olduğu için önerilmiştir. Troçki, Demir Ökçe’de bu kitapta anlatılan işçi bürokrasisinin plütokrasiye omurga oluşunu abartı değil gerçekçi sayar.
Lenin ve Luxemburg dâhil devrimci Marksistlerin bile 1907 yılında finans sermayesi–işçi aristokrasisi ittifakının vahametini bu açıklıkta o dönemde öngöremediğini, ezilmiş yığınlar ile demokrasinin silindiği kast düzeni tasvirinin de faşizmin ekonomi-siyaset tekniğine erken bir işaret olduğunu vurgular. Bu yönüyle bu kitabın sayısız okumaların olduğu ülkede hiç tartışıldı mı, bilinmez. Olmadığını saymak, Türkiye’deki solun 60’lardan itibaren gittiği siyasi yönü düşünce, daha gerçekçi duruyor.
Halk ozanların siyasileşmesi ve bir hareketin müzisyeni olması 80’ler sekteye uğramış ve zaten halk ozanlığı da (köy köy at üzerinde gezen - Davud Sulari gibi) artık yoktu. Sanırım Davut Sülari kendisiyle beraber bir dönemi de kapattı. Halk ozanları bir ara "Bir hareketin müzisyeni" olma haline geçtiler. Aslında yaşanılan, bazen de müziğin fikri bastırmasıydı.
Ne kadar çok müzik, ne kadar çok müzik aralarına sıkıştırılmış kısa konuşmalar, simgeler, duygular, notlar, temaşeler kaplayınca; siyasetin düşünce alanını, olması gerektiğinden daha fazlası, sonucu ne olurdu acaba?
Dışarıda dünya gürül gürül akarken, bir kuşak arabeskleşiyordu. Konfeksiyon atölyeleri, arabeskin en güçlü kaleleriydi: yalnız orada çalışanları değil, üst komşuları, yoldan geçenleri, kapı önü merdivenlerinde oyalanan çocukları bile aynı nakaratla kuşatıyorlardı. Ekran da teyp de arabeskin saltanatı altındaydı.
“Elit romantizmi”ne sığınmadan söylenirse, halk kültürü bu kez yıpratan bir güce bürünmüştü: muğlak bir isyan ile kendinden vazgeçme hâli, yabancı dünyayı daha da yabancılaştırıyordu. Lakin bu başka bir noktaya götürüyordu meseleyi. Solun hiçbir stratejik muhasebesini yapmayanlar, iktidar mücadelesinde sınıf örgütlenmelerinin rolü ve imkanlarını neredeyse yok sayarak, suçu arabeske yükleyerek, kendini aklama çabasındaydılar.
Gündelik konuşmalar ücret, sigorta, rutubetli ve yüksek kiralı konutlardan çok, aşk ilişkilerine ve bu ilişkilerinin mağduru olan çocuklara kaydı. Annelerin ilişkileri hep bir türlü çocukları mağdur edilir sayıldı. Emrah ve Ceylan figürleri, patronuna itiraz etmeyen, koşullarını sorgulamayan, greve gidemeyen bir toplumda “sürekli mağduriyet”in simgelerine dönüştü.
Aslında erkeklik yeniden inşa eder, kocasız (kah alkolik, kah kumarcı, kah ölmüş) kalan kadın, toplumdaki baskının altında ezilir. Kendi başına bu baskıdan çıkamayarak, cinsel saldırıların kurbanı olur. 60ların iffetsiz ve "kolay" Bizanslı Hristiyan kadınlar, bu dönemde annelik vasıflarını yerine getiremeyen kadınlara dönüşür.
60’larda hala İstanbul’da ciddi bir Rum ve Ermeni nüfus vardır, 80’lere geldiğimizde Rum nüfus artık yok denilecek kadar az bir sayıya düşmüştür, Ermenilerin nüfusu da epey azalmıştı. Gözlerinin önünde, artık Hristiyan........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d