Ben kolay ölmem
"Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem" demişti ya şiirin büyük ustası Ahmed Arif! O hep vurulanlardan biri de; "Biz vurulduk, biz kırıldık / Hangi dağda menekşeler göğerdi" demişti, vurulup kırılmanın 'vaka-ı adiye'ye dönüştüğü zamanlarda.
Ahmed Arif, "otuz üç" kurşun şiirini, olayın vuku’undan en az yedi sekiz yıl sonra yaşananın gündelik basına haber olmasıyla yazar. Şiir yazılarak elden ele dilden dile dolaşıp da Ahmed Arif’in başına onca ceza cefa getirdikten çok çok sonra şiirin hikâyesini sorduklarında der ki; "Şu Bahçelievler’de manyağın biri otuz tane tavuğu çalsa, kesse, ertesi gün Ulus gazetesi olayı dört sütun üzerinden verir. Tavuk değil bu yahu 33 tane senin vatandaşın! Hiçbir suçu yok! Tertemiz! Belki hepimizden daha suçsuz… Kimsesizlikten başka suçu yok. Kimsesiz adamlar o kadar…"
İşte, Ahmed Arif bunları geçtiğimiz yüzyılın kırklı, ellili yılları için söyler. Söyler de ölünceye kadar hatta ölümünden sonraki yıllarda da onun şiirine dize olan "ben kolay ölmem" gündelik hayattaki katliamlarla hep rutine dönüşerek süredurur.
"Ben Kolay Ölmem" 2019’da Londra sahnesinde dört yaşından bu yana İngiltere’de yaşayan Ali Has tarafından oyunlaştırılmıştı. Sahnelendiğinde çok da ses getirmişti basında hatırlıyorum.
Bir gün izler miyiz merakı hep saklı kalmıştı bende. Oyun nihayet geçtiğimiz günlerde (20 Ekim 2025) Diyarbakır’da sahnelendi. İki perde ve iki saat süren iki kişilik performans ve sahnede iki ayrı kişinin de müziğiyle.
Ahmed Arif ve Cemal Süreya’nın kadim dostlukları, aşkları-sevdaları, kesişen hayatları ve ikisinin şiirlerinden kesitler...
Oyunun kurgusunda en çarpıcı öğe ciddi bir diaspora bakış açısı olduğu hissediliyor. Bu elbette iyi bir şey. Malum, insanın vatan topraklarında yaşarken ki ruh haliyle, uzak düştüğündeki hasretliği farklıdır. Uzaktaki daha çok bağlılık hisseder, çünkü kaybetmiştir ait olduğunu bildiği bir şeyleri.
İşte, tam da bu sebeple Ahmed Arif’in çoğu kez mısra-dize saklısında kalan, bir de kimi anılarında dile gelen ve Kürtlüğünün farkındalığı oyunda yer yer vurgulu biçimde öne çıkıyor. Cemal Süreya’nın da neredeyse itiraf etmekten adeta ürkerek kaçınan Kürtlüğü de öyle.
"Başa bela" Kürtlüklerinin zor zamanlarının izdüşümü oyunda güçlü bir kimlikle vurgulanmış. Bu altı çizilesi elbette. Ve ikisinin de aşkları, sevdaları…
Vedat Yıldırım ve Cansun Küçüktürk’ün iki saatlik oyun boyunca yerinde ve kıvamında müziği, oyunun kesintisiz akışkanlığını ve izlenme şansını pekiştirmiş. Doğrusu Cüneyt Yalaz (Ahmed Arif) ve İlker Yasin Keskin'in (Cemal Süreya) yer yer baştan sona şiir okumalarının ağır yükünü müzik rahatlatmıştı diyebilirim.
Sonuçta işin asli jürisinden geçer not alan "Ben Kolay Ölmem" iyi ki Ahmed Arif’in memleketi, Cemal Süreya'nın coğrafyasında seyircisiyle buluşmuş oldu.
Ve şairlerin bilginlerin dünyalarında bir başına ve yalnız kalanlara bir armağan gibi oldu sanki; "Ben Kolay Ölmem"...
(ŞD/AB)
Filmin en güçlü ve etkileyici tarafı, şüphesiz, başrol oyuncusu Nadir Sarıbacak’ın hikâyeyi baştan sona taşıyan incelikli ve etkileyici performansı. Sarıbacak, oynadığı karakter Yakup’un acısını ve tükenmişliğini derinlemesine bize hissettiren bir ustalıkla sergiliyor.
Son yirmi yılda sinema, siyasi baskılar yüzünden, yurtlarını ve sevdiklerini ardında bırakmak zorunda kalan insanların öykülerine sıkça yer verdi. Gazelle filmi de kızına çok düşkün bir baba ve öğrencileri tarafından çok sevilen müzik öğretmeni Yakup’un, Türkiye’de tutuklanmamak için karısını ve beş yaşındaki kızını geride bırakıp, ABD’ye sığınmanın dokunaklı hikâyesini ele alıyor.
Film, New York'ta bir camide başlar ve burada, imam cemaate halk edebiyatında bilinen ceylanın kıssasını anlatır. İmamın vaazı sürerken, Yakup’un yüzündeki acı dolu ifadeyi ve arka planda duyduğumuz karmaşık sesler üzerinden, onun Türkiye’den Yunanistan’a kalabalık ve yasadışı bir tekneyle yaptığı o korku dolu yolculuğun izlerini derinden hissedebiliyoruz. Yırtıcı hayvanlar ve avcıyla karşı karşıya kalan hamile ceylanın öyküsü, Yakup'un katlandığı aşırı duygusal ve fiziksel zorluklar için güçlü bir metafor görevi görüyor. Bu temel sahne, karakterin içine sürüklendiği trajediyi güçlü bir şekilde başlatıyor.
Sonraki sahne de filmin odak noktası için bir çeşit zemin döşüyor. Yakup, New York'taki çalıştığı kebap lokantasının dar mutfağında, Türkiye’deki okul konseri için, kızına, görüntülü aramayla, "You Are My Sunshine" adlı popüler bir Amerikan halk şarkısının provasını yaptırır. Tıpkı ceylanın hikâyesi gibi, bu halk şarkısı da filmi ustalıkla örüp çerçeveleyerek, Yakup’un evlat özlemini, aynı zamanda o meşhur 'Amerika rüyası'na dair umutlarını ve hayal kırıklıklarını simgesel bir biçimde yansıtır.
Biri kebapçıda olmak üzere, iki işte çalışan Yakup, Levanten bir ülkeden gelen hem güçlü hem de şefkatli bir kadın lokanta sahibinin himayesinde yaşayan, birbirine kenetlenmiş göçmen işçilerin arasında sıcaklık ve teselli bulur. Yakup bu göçmenlere nazaran daha sessiz ve eğitimli varlığıyla ve ailesini New York’a getirmek için gösterdiği bitmek bilmeyen çaba ve sarsılmaz kararlılığıyla öne çıkıyor. Ancak ailesinin........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d