menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Tinitus belası şarkıcıyı bulunca…

10 0
26.09.2025

Claudia Cardinale’nin hatırasına

Türkiye’de, içgüdüsel olarak hayatım boyunca başıma gelmesinden en çok korktuğum dinamik sanki beni Yunanistan’da bulmuştu.

Şöyle ki, ziyadesiyle ıssız köyün limanına genelde bağlı şekilde duran destroyer kılıklı külüstür gemi adeta buharlaşıvermişti.

Ortalıkta başka kimseyi göremeyince donanmaya ait geminin ne zaman ayrıldığını limanın ucundaki iki yaşlı adama sormaya karar vermiştim. Sualimi nazikçe sorar sormaz sanki gerginlik tırmanmaya başlamıştı. Her ikisi kendine bir düşünme payı bırakmış, sonra da taban tabana zıt iki cevap vermeyi başarmışlardı. Biri “15 dakika önce”, diğeri “Gemi bu sabah burada değildi ki!” demişti!

Problemim çözülmemiş olduğu gibi kaçırmak üzere olduğum aklımın yeni bir formülü oluşturabilmek için ekstra bir enerji ve taktiğe ihtiyaç duyduğunu kavradım. Bir öncekinden daha da nazik, hatta karşıya canavarlaşma imkânını tepside sunan ezik bir sesle, “Peki affedersiniz, siz ne kadar zamandır buradasınız?” sualini sormayı akıl edebildim. Biraz öncesine kadar kamışla balık avlamakta olan iki huzurlu tekaüdün yalnız vücut dili değil, milliyetçilikle harmanlanmış beyinleri de alarm vermeye çoktan başlamıştı. “Askerî geminin nerede olduğunu neden soruyorsun?”, “Bizim buraya ne zaman geldiğimiz seni niçin ilgilendiriyor?”, “Burada ne arıyorsun?”, “Nerelisin sen?” gibi sualler yaylım ateş halinde gelmeye başlamış, adamlar balık avlamayı bırakıp resmen üzerime yürümeye koyulmuşlardı.

Lakin benim de sabrım çoktan tükenmiş, deyim yerindeyse canıma tak demişti. Aralarında Flamanca sarfettikleri kısa bir cümleden “Hollandacı” Yunanlılar olduklarını tahmin etmiş ve “Amsterdam’lıyım” cevabıyla akıllarını karıştırmaya girişmiştim; çünkü İstanbul’luyum veya Türkiye’den geliyorum demem mümkün değildi, hele de vaziyet bu hale evrilmiş, paranoya tavan yapmışken!

İki ihtiyar tacize uğramışçasına ortalığı velveleye vererek duruma müdahil olması için benim yeni fark ettiğim biraz ötedeki askere bağıra çağıra sesleniyordu: “Yakala bunu, al bunu asker… geminin nerede olduğunu soruyor… askerleeeer!”

Oysa benim küçük meselem şuydu: Günlerden beri sanki bozuk bir klima sesi beynimde yankılanıyor, bilhassa gece rüzgâr kalıp köye mutlak sessizlik çökünce volümü artıyor, uykularımı kaçırıyordu. Geceleri hiç âdetim olmamasına rağmen pansiyon odasından sokağa çıkıp gürültünün kaynağını bulmaya çalışıyordum.

Aynı işi bazen de sabahın köründe daracık sokak aralarında dolaşarak yapıyor, köylülerin dikkatini çekmeden bu işi nasıl hallederimi bir yana bırakmış, derdime derman ve mümkünse müttefik arıyordum. Biri, “Açıktan geçen tankerlerin pervane rotasyonunu ben de bazen duyuyorum” deyince, “Haa tamam, tam da öyle bir ses” diye karşılık veriyordum. Beynimde neredeyse zonklayan ses aynı zamanda damarlarımızda kalbin pompalamasıyla dolaşan kanın ritmini anımsatıyordu. Fakat bunun gemilerden kaynaklanıp sürekli olmasının mümkün olmadığını da idrak edebiliyordum. Pansiyon sahibesi kadın, “Bu sesleri sen kafanda duyuyor olmayasın?” deyince iyice çıldırıyordum. Köyün bir diğer yerlisi “Sen kulağını üşütmüş olmalısın” deyip soğanlı bir kocakarı ilacı tavsiye ediyordu. Yoksa kış boyunca denize girip çıkmış olmama rağmen, erkekliğime bok sürdürmemek için Mayıs ayının normalden soğuk denizine inadına tahammül etmiş olmamın faturasını mı ödüyordum?

Dalgıç bir ailede yetişip böyle bir sendroma maruz kalanı duymadığım için çaresizlik içinde günlerden beri çırpınmaktaydım ve sesin dışarıdan kaynaklandığı tezinde ısrarlıydım. Aslında kulağımda herhangi bir ağrı veya iltihap olmadığını, duyma yetimin de azalacağına adeta arttığını, kulağımın fazlasıyla hassaslaştığını anlatmam da açıkçası kimsenin umurunda değildi. Derken derdimin müsebbibini teşhis etmiş, limana bağlı olduğu zaman destroyere karadan enerji sağlayan, tıpkı gemi gibi Nuh Nebîden kalma jeneratörü kabahatli ilan etmiştim.

Demokrasinin beşiği sayılan memlekette olmam bir yana, bana Sezen Aksu’nun genç kızlığını hatırlatan köylü bir genç kızın cesaret aşılayan tavsiyesiyle de geminin “komutanı” ile direkt konuşmaya karar vermiştim. İçimden destroyerin mütemadiyen denize kaçırdığı, en iyi ihtimalle mutfak yağları veya makine yağlarının yarattığı kirliliğe zaten ne zamandır sövüp duruyordum. Fakat ben limana varana kadar sanki askerî gemi yok olmuş, o iki lanet ihtiyar bana “Çattık belaya!” dedirtiyordu.

Donanmaya ait koca binanın önünde mıntıka temizliğiyle meşgul munis er hezeyan geçirmekte olan emekliler orada değilmiş gibi işine devam ediyor, bense nesillerden beri içimde birikmiş korkularla cebelleşiyordum. Bu sefer erkekliğime bok sürdürmeye razı olarak olay yerinden koşar adım uzaklaşırken adamlar bas bas bağırmaya devam ediyor, adeta dövünüyordu. Uzun tatilimi geçirmeyi düşündüğüm köyü apar topar, oda ücretini iade etmeye çalışan pansiyon sahibesine parayı helal edip arkamı kollayarak hızla terk ediyordum; köyün tek taksisi, fiyakalı Mercedes’in yakışıklı şoförüne 100 Euro bayılmak pahasına…

2022’de İtalya’nın en meşhur rock gruplarından Litfiba’nın solisti stüdyoda kayıt sırasındayken ani bir şok sonucu bayılıvermiş, o andan itibaren kulağına kronik olarak musallat olacak, “hafakanlar” değil de, adamcağızı “akufenler” basmıştı. Aslında 40 yılı aşkın bir süredir başarıdan başarıya koşmuş grup dağılmıştı, lakin Piero Pelù şahsen müzik macerasını sürdürdüğünden bu ona büyük bir darbe olmuş, sanatçıyı depresyona sevk etmişti. Neyse ki muzdarip olduğu hastalık hızla teşhis edildiği gibi, ihtimamlı bir takiple ve gerekli görülen tedbirler tatbik edilerek müzik üretimine ve performanslarına devam edebilecekti.

Böylesine muvaffak olmuş bir müzisyenin, narsizm dışavurumlarının pek de garipsenmediği, dolayısıyla ayıplanmadığı İtalya gibi bir diyarda çok daha kibirli ve küstah olması beklenirken Piero egosunu kontrol altında tutabilen, mümkün olabildiğince mütevazı bir profil çiziyor.

Ne de olsa jeopolitik açıdan farkındalığı gayet yüksek, siyasi olarak daima tetikte, insan haklarını daima ön planda tutan, çılgın olduğu kadar hürmet edilecek bir şahsiyet o.

82. Venedik Film Festivalinde yer almış Piero Pelù. İç gürültü (Piero Pelù. Rumore dentro/Noise inside. Don’t call me a rock star) adlı belgeselde sanatçının, kulağını “şamatadan” ihtimamla koruması elzem olduğundan, sahneye fevkalade sofistike kulaklıklarla çıkışını izliyoruz. Yönetmen ve sinematografi hanesinde Francesco Fei adını gördüğümüz 2025 İtalya yapımı 82 dakikalık belgeselde, başrolü üstlenen Piero’nun senarist tarafını da tanıyoruz.

Şöhrete boğulmuş rock yıldızlarının dejenere olmuş hallerinden hiç haz almadığına, bu durumun Anglosakson kültüründen beslendiğine ve kendisine bu yakıştırmayı asla münasip görmediğine; ayrıca müzik yolculuğu veya macerasına kariyer denmesinden katiyetle hoşlanmadığına ikna oluyoruz.

Belgeselde Piero’nun bataryasını doldurmak üzere sık sık karavanına binip toplumsal hayattan, süfli kalabalıklardan tek başına uzaklaştığını görüyoruz. Jeolojik formasyonlara olan alakasını, kayalık coğrafyalarda gezinirken veya esas takıntısı Fas’ın çöl ambiyansını duyumsarken ispatlıyor. "Hatta Çöller (Deserti)" adıyla 2024’te piyasaya çıkmış albümünde insanların içinde oluşabilen çöllere de işaret etmekten geri durmuyor. Albümün piyasaya sürülen ilk teklisine ise, Putin’in muhalifleri zehirlemek için kullandığı sinir ajanından ilhamla Noviçok (Novichok) adının verildiğini belirtiyor.

Piero aynı zamanda iki ayrı münasebetinden doğmuş üç kız evladı ve layıkıyla alakadar olduğu bir torun sahibi.

Sıkı doktor takibiyle yaşayan, hatta hassaslaşmış kulaklarını gürültü veya ani gümbürtülere maruz bırakıp yorduğu zaman konser programlarına ara vermesi gerektiğini kaderine razı olurcasına kabul eden........

© Bianet