El âlemin ananeleriyle dalga geçmek kolay!
Yeni Zelanda yerlileri Māoriler’in partisinden parlamento üyesi Hana-Rāwhiti Maipi-Clarke geçen sene parlamentoda geleneksel Haka dansı yapıp görüşülmekte olan yasa tasarısının bir nüshasını yırtmıştı. Akabinde genç parlamenter için yedi, ona dansta katılmış olan partinin üç yöneticisi için 21 gün parlamentodan uzaklaştırılma cezası öngörülmüştü.
Yeni Zelanda parlamentosunda bir üyeye daha önce verilmiş en uzun süreli uzaklaştırma cezası sadece üç gün olduğuna göre, mevzubahis hareketin çoğunluğu temsil edenlerce pek hazmedilmediği aşikârdı.
Ülke nüfusunun beşte birini bile oluşturmayan yerliler nasıl böyle bir münasebetsizliğe cüret etmişlerdi?
Daha önce parlamentoda Haka performanslarına şahit olmuş iktidar temsilcileri nedense bu defa fazlasıyla rencide olmuşlar, taşkın dansı bir tehdit gibi algılamışlar ve kendilerini tehlike altında hissetmişlerdi!
Muhalefete gerekli ders verilmeli, ayrıca iktidara oy vermiş millete, isyan tohumları ekebilecek bu küstah davranışa asla geçit verilmeyeceğinin mesajı abartılarak ulaştırılmalıydı.
Oysa Māori parlamenterler, memleketlerine sonradan gelenlerle belirli bir uyum içinde yaşayabilmek üzere bir zamanlar Birleşik Krallık’la imzalanmış Waitangi Antlaşması ilkelerinin radikal ölçüde tekrar tanımlanmasının haklarını zayıflatacağını düşünüyorlardı.
Acaba bu masalımsı diyarın beyazlarıyla koyu tenli yerlileri arasındaki uyumun zaten iddia edildiği gibi parlak olmadığı, Māoriler’den hâlâ asimile olmaları beklendiği inkâr mı ediliyordu?
Yönetmen ve senaryo yazarı Katie Wolfe bizi ülkenin mazisine, 1979 yılına layıkıyla sürüklerken, her zaman sessiz ve mütevazı olmaya koşullandırılmış coğrafyanın yerlileriyle empati kurmamızı muhakkak ki sağlıyor.
Kendini ülkenin hâkimi ilan edenlere karşı ilk sansasyonel başkaldırı sayılabilecek Auckland Üniversitesi hadisesini unutulduğu tozlu raflardan çıkarıp mesafe katetmekte zorlanılan uyum sürecine katkıda bulunması, layıkıyla günah çıkarılması ve hakikatlerin unutulmaması için tekrar gündeme taşıyor.
Üniversitenin Mühendislik Fakültesi Birliği öğrencilerinin Haka dansını sahiplenerek bunu edepsiz bir şaklabanlığa dönüştürmüş olması, üstelik eleştiri ve uyarılara rağmen seneler içinde dozunu artırmaları Māoriler’in canını çok sıkmıştı. Lakin geleneksel olarak barışçıl yolları ilke edinmişler için bu saçmalığı sineye çekmekten başka çare yokmuş gibi görünüyordu.
Beyaz tenli mevzubahis öğrenciler, iktidarın gücünü doğal olarak arkalarında hissediyordu ve yaptıklarını sorgulamak gibi bir refleksleri yoktu. Çoğunluğu temsil etmenin pişkinliği içinde, törensel dans ritüelinin bayağı bir kepazeliğe dönüştürülmesinin onlara göre birilerini gücendirmesi söz konusu bile olamazdı. Bu, testosteron zehirlenmesi yaşayan genç erkekler için kıyafet balosu misali, sadece eğlenceli bir ananeydi.
Derken bir grup Māori genci bu gidişata dur demeye karar verdi ve kısa bir süreliğine de olsa ortalık karıştı!
Geçtiğimiz ay tertip edilmiş Sidney Film Festivali'nde seyirciyle buluşan Haka Partisi Hadisesi (The Haka Party Incident) adlı belgesel evrensel mesajlarıyla dikkat çekiyor. 2024 Yeni Zelanda yapımı 88 dakikalık enteresan filmin içeriği gene Katie Wolf’un elinden çıkma, aynı adlı tiyatro eserinin de temelini oluşturuyor.
Māoriler’den törensel Haka dansının adabına göre yapılması gerektiğini; ayakkabı giyilerek yapılmadığını; mevzuyla alakasız baston gibi aksesuarların taşınmasının abes olduğunu; gene ritüele aykırı biçimde, geleneksel hasır etek dışında paçoz kıyafetler giyilmesinin mümkün olmadığını ve çıplak bedenlerin üzerinde abuk subuk yazı ve sembollerin olmasının fazlasıyla nahoş sayıldığını öğreniyoruz.
Üstelik o zamanlar Yeni Zelanda’ya hâkim laçka atmosferde Māori kültürünün herhangi bir turistik malzeme misali sömürülmesine, reklam filmlerinde etnografik bir atraksiyon gibi kullanılmasına, Māoriler’le televizyon şovlarında bayağı taklitler yaparak alay edilmesine rahatlıkla müsaade ediliyordu.
O yüzden de Mühendislik Fakültesi Birliği öğrencilerinin yaptıklarından herhangi bir şüphe duymaları mevzubahis değildi. Her şeyden önce parti günü sabahtan itibaren içmeye başlayan genç erkek güruhu ne kadar çok içilirse bundan o kadar gurur duyuyor ve cesaret toplayarak ucuz tulûatlarını rahatlıkla teşhir ediyordu. Esas amaçları mümkün olduğunca yaygara koparmak, dikkat çekmek ve deyim yerindeyse dağıtmaktı.
Örselenmişlik kokan bu davranış biçimleri üniversiteden başlayıp şehrin muhtelif noktalarında ortalığı birbirine katmalarına, icraatlarında şiddete başvurmalarına, uğradıkları ortamlara zarar vermelerine kadar varıyordu. Hadiselere şahit olanların çoğu buna tahammül ediyor, hatta pasif seyirci konumundan çok holiganları olumlayan destekçi pozisyonuna geçiyordu.
Üstelik mevzubahis parti “masum” bir eğlenceden seneler içinde maço bir garabete dönüşüyor, vücutlarının üzerine renkli boyalarla yazdıkları mesajlar seksist hakaretler taşıyor, koca koca penis çizimleriyle sanki iktidarsızlıklarını dışa vuruyorlardı. Kısacası olay zıvanadan çıkmıştı.
Geleneksel değerlerinin giderek artan dozda aşağılandığını gören Māori gençleri gidişata dur demeye karar verdiğinde, partiden bir gün önce mühendis adaylarını adabıyla uyardılar ama iptal talepleri geç kalındığı mazeretiyle, yıllardan beri olduğu gibi geçiştirildi.
Gençliklerinin zirvesindeki Māori militanları yalnız muhalif değil, aynı zamanda ateisttiler; değişimden yana olduklarına şüphe yoktu ve vaziyete daha fazla tahammül etmeyeceklerdi!
Ertesi gün kampüsteki varlıkları nedense fazlasıyla ürkütücü bir tehdit gibi algılandı, paniğe yol açtı ve takriben üç dakika süren, hakkında arbede bile denemeyecek olayda her iki taraf da yaşananları aslında şaşkınlıkla karşıladı.
Bilhassa genç Māori kadınlar mühendis adaylarına hasır eteklerini çıkarmaları gerektiğini haykırdı, hatta üzerlerine çullanarak bu işi şahsen ifa etti. Ardından mevzubahis hasırları kullanmak suretiyle aynı kadın militanlar holiganların üzerindeki yazıları ve sembolleri bir hışım silmeye giriştiler ve “mağdur” mühendis adaylarına bunu bir daha yapmamaları gerektiğini yüksek sesle ifade ettiler.
Arada havada uçuşan bir-iki sandalye de olmuştu, lakin inanılması zor olsa da, hadisenin tümü bundan ibaretti. Mühendislik Fakültesi Birliği’nin günümüzde bile iflah olmamış sünepe başkanı polisi çağırmış ve Māori aktivistler bir minibüse bindirilip karakola götürülmüştü.
Kötü muamele gördüklerini ve dayak yediklerini söylememe gerek var mı bilmem!
Şovenist muhafazakârların üniversitedeki varlığına rağmen hadiseden hemen sonra organize edilen öğrenci forumuna katılım gayet yüksek oldu. Etkinliği düzenleyen Öğrenci Birliği Başkanı Janet Roth daima adaletten yana olduğunu ispat etmiş beyaz bir kadındı. Oysa forumda çoğu iştirakçinin estirdiği genel hava Māori aleyhtarı oldu ve hainlikle itham edilen Janet de agresif eleştirilerin hedefi olmaktan kurtulamadı.
Oysa koyu derililer daima barışçıl yolların taraftarı olup aklıselimin hâkim olmasından yanaydılar.
Forum saatlerce sürdü ve hür düşünce yuvası olarak üniversitede böylesine mühim bir hadisenin sıcağı sıcağına, medeni prensipler çerçevesinde tartışılması mümkün oldu. John Lennon’ın Imagine şarkısının topluca söylenmesiyle sona eren forum sayesinde beyaz çoğunluk artık Māori hakikatına yeni bir perspektifle bakmaya başlayacaktı.
Fakat bu arada esas şiddet uygulayanların güvenlik kuvvetleri olduğu ortaya çıkacak, ana akım medya daima olduğu gibi Māori gençleri şeytanlaştıracak, hadiseyi abartarak ve taraflı biçimde aktaracaktı. Neyle suçlandıkları tam olarak anlaşılmasa da koyu derililerin aleyhine açılan davada hâkimler çoğu militana dört ay hapis cezası vermişti.
Amaç memleketin beyaz çoğunluğuna kırıntı şeklinde de olsa bir zafer hissi yaşatmaktı.
Bu yaşananlar bilhassa naif Māoriler için bir ilkti ve muhalefet etmek hususunda tecrübe kazanmalarını........
© Bianet
