Yaya görünce titreyen arabalar
Ankara’nın sadece bağları değil “bebeleri” de meşhurdur. Behzat Ç. izleyenlerin bildiği o ağızlar onlarındır mesela. “La sen hayırdır”, bir soru cümlesidir örneğin.
Bu bebeler aşırı zayıftır, genelde siyah giyerler, saçları enginar gibidir. Arabaları kuzgun görünümlü kargadır, rengi başkadır. Araba başladığı modelde bitmez. İçi de bir âlemdir.
Sanki disko topu patlamış da arabaya saçılmış gibi morlu, allı, güllüdür. Şimdi bu bebeler arabalarını zıplatarak sürmeyi severler, üç şerit birden makaslarlar, dönüp arkalarına bakmazlar. Yaya görünce de yaramazlık yaparlar. Ama bu çocukların gözünün içine bakarsın, orada çok güzel gülen bir velet görürsün. Hınzırdır, yaramazdır, ne yaptığının farkındadır. Biri onu görsün ister, görürsün, güler geçersiniz.
Ankara’da bir de yeni türeyen tipler var. Çukurambar semtinin parlaması ve patlamasıyla yavaş yavaş sayıları artmaya başladı. Ama görünürlükleri zaman içinde bir arttı, bir azaldı. Ankara fukara kuzey, paralı güney diye bölündüğünde güneye doğru göç ettiler.
Çok para harcayıp çirkin bina yapılan “İnşaat Ya Resulullah” devrinde villalar, rezidanslar, aşırı güvenli siteler ile avemeler arasında yaşamaya başladılar. Bu da bir “yeni” idi. Bu yaşama biçiminde şehre uzaktan bakılıyordu. “Kartaca” Yenişehir demektir malum, hadi Kızılay’ın Yenişehir olduğu zamana varmayalım. Ankara’nın eski piyasa muhitleri GOP, Tunalı, Bahçeli’dir. Bu civarda kalanlar bu göçten memnundu. Aynılar aynı yere gitmişti, asayiş berkemaldi.
Ama bir süre sonra karından gerdirmeli beyaz gömlek, sivri burunlu ayakkabı, mabada dar gelen paçası bileğe yapışan pantolonlular türedi. Çok pahalı arabalarını son derece sakin eski usul pastanelerin önüne çekip çok pahalı gözlüklerini, arabalarının anahtarını, çok pahalı tespihlerini masaya koyup cenge hazır gibi etrafı kesiyorlardı. Garsondan başka kimse dönüp bakmadı.
Durmadan nargileciler açmaya uğraştılar, tutmadı. Gelip oturdukları mekânda çok bağırarak konuştular, ama sonunda kendi sesleri kendilerine de fazla geldi. Desibel ayarını öğrendiler.
Arabalarına binip müziğin sesini iyice açıp vız vız sokaklarda dolaşmaktan kendilerini bir türlü alamadılar. Onlar da görülmek istiyordu, ama ortada bakınca görülecek bir şey yoktu. Kimileri o kadar çaresiz kaldı ki üşenmeyip “napıyonuz la fakirler” demek için videolar çekip yaydı. O da olmadı.
Neyse efendim, devrin devranın raconuna uyma becerileri olduğundan paraları olsa da o parayla durmadan mobilya, ev, araba değiştirip iftarı açmaya gittiği kebapçıdaki valeye kötü davranmasa içi rahat etmeyenler bir türlü huzur bulamadılar. Nerden biliyorum? Arabalarından tabii.
Bir kere arabalar fazla yüksek, ona binilmez ancak çıkılır. Eh üzerine çıktığın arabada Aziz Nesin’in dediği gibi bir titreme alabilir insanı. Heyecandan mı titriyorlar, fazla akıllı arabaya kafa mı tutuyorlar emin değilim. Ama işte arabaları yaya görünce titremeye başlıyor. Bu arabalar yayaya yeşil yanarken milim milim yaya geçidine burun sokmaya bayılıyor mesela. Geçidi yarılayınca başlıyor titremeye, zıplamaya.
Ne oluyor, araba fenalaştı mı, başına güneş mi geçti diye kaygılanıyorsun. Bir el atayım yardım edeyim diye geçiyor içinden, ama arabanın göz hizasına gelemiyorsun, geçtim üstüne çıkanı. Gözüne bakacağın kimse olmayınca kısacık yeşilim bitmeden karşı kıyıya atayım kendimi diyorsun doğal olarak. Dönüp bakıyorsun.
Dünyanın akıllı kafaları birleşip yaya görünce duran, yolu gösteren bir alet yapmış. Sen ellemesen araba beni görünce duracak da işte arabanın akıllısı anca yolu gösteriyor, yordam başka mesele.
(ÖE/EMK)
Tatari’nin çıktığı yolculuk bir kesişimsellik hikayesi aslında. Dünya........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d