menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Baba’ya bu yapılır mı?

27 0
06.09.2025

Türkiye Büyük Millet Meclisi, geçen hafta cuma günü muhalefet partilerinin çağrısıyla Filistin’de yaşananları görüşmek üzere olağanüstü toplandı. Görüşülüp karara bağlanan bildiri ertesi gün Resmi Gazetede yayımlandı. Bundan kısa süre önce Türkiye, Lahey Grubunun İsrail’e karşı alınacak önlemlere ilişkin Bogota Bildirisi’ni şerh koyarak imzaladı. Bunlar olurken Filistin’de yaşananın açlık olduğu resmileşti. Açlığın ölçülebildiğini, uluslararası standardının olduğunu bizler de öğrenmiş olduk.

Yazarken fark ediyorum; zaman, tarih, geçmiş algısı da bozuluyor insanın. İnsan da bozulan bir canlı türüdür sonuçta. Güvenlik kamerası kaydına döşenen müzikle yapılmış dizi gibi haberlere, tarih dizisi içine gömülen güncel mesaj bombardımanına, her konuda aynı özgüvenle konuşan televizyon yorumcularına maruz kalanlar olarak bize de yazık. Bu nedenle hafıza yükümüzü azaltmak amacıyla, milattan sonra yerine kullandığımız M.S. kısaltmasını milenyumdan sonra olacak şekilde güncellemeyi öneriyorum.

Buna göre M.S. 24 ila 25 yılları arasında olan biteni düşününce ne kadar uzakmış gibi geliyor değil mi? Oysa şunun şurası bir yıl. Terzi işi fiyakalı takım elbiselerin üzerine atılmış Filistin bayraklı boyunbağları, uzaklara dikili çatık kaşlı bakışlar eşliğinde fevkalade izne mazhar yürüyüşler ile kesinlikle izin verilmediğinden yürüyemeyişler eşliğinde geçti zamanlar. Kimse kimsenin hassasiyetlerini sorgulayamaz tabii, ama malum kimilerininki hiç sorgulanamazdı. Sorgulanamadı, nitekim.

Bu arada televizyonda, kürsüde kızarmış yüzü ve sinirden çatlamış sesiyle “tutmayın beni, Refah kapısına dayanmaya gidiyorum”, deyip sonrasında tek kelime etmeyenler de oldu. Gemiyle Filistin’e ulaşmaya çabalayan heyetlere destek için Türkiye heştegler yağdırdı, ama yol daha kısa biz de gidelim, diyen pek olmadı. Tüm bunlardan sonra geçen hafta “havayolu kapalı, ticaret hiç yok” açıklamaları yapılırken seyrüsefer kayıtlarına bakanlar ufak tefek hareketleri toplayıp listelediler yine. Yine diyorum, uzaklaşmış yakın geçmişte tüm bunlar yaşanmıştı malum.

Hatırlarsınız, İsrail’in Gazze’ye saldırısının şiddetle kınandığı günlerden birinde, Metin Cihan bir cep telefonu, yeteri kadar internet paketi ve iyi doğrultulmuş bir merakla bizim limanlar ile İsrail arasında esrarengiz bir canlılık olduğunu buldu. Memleketteki herkese laf yetiştirmekten sorumlu İletişim Başkanlığı bu canlılığın dünya dışı varlıklarla ilgisinin olmasının dahi mümkün olduğunu, ancak bir ticaretin zinhar olmadığını ilan etti.

Metin Cihan da yükleriyle birlikte listelediği gemilerin UFO’ya pek benzemediği zira limana yanaşan UFO seyrüsefer kaydı tutulmadığını, UFO iniş kalkışına elverişli limanımızın da olmadığını söylüyordu. Çeyrek asra yaklaşan dönemde başına neyin gelmediğinin listesini tutanlar arasında uzaylı istilasının başladığı dedikodusu hızla yayıldı. Ardından mebuslarımız tripotlarına yanlayarak çektikleri videolarda İsrail’e çelik satanların uzaylı olduğuna dair iddiaların yanıtlanması istemiyle sorular sordular. Soruya yanıt gelmeyince bu kez bu iddiaların araştırılması için komisyon kurulmasına dair önerge verdiler. Bir akşamüzeri o da reddedildi.

Derken Metin Cihan’ın sosyal medya hesabı Türkiye’den erişime engellendi. Dışarıdan girersen var, içeriden girersen yok, ama içerdeyken dışardaymışçasına girersen yine var. Metin Cihan’ın yazdıklarını okumak için Kapıkule’den mi çıkalım, harcıydı masrafıydı derken bizde de bir yılgınlık oldu tabii. Ha okuyunca ne yaptık da erişemeyince neyimiz eksildi, o ayrı mesele.

Sonra Metin Cihan’ın sosyal medya hesabının engellendiğine dair haberlere erişim engeli getirildi. Daha sonra, sosyal medya hesabına erişim engeli getirildiğine dair haberlere erişim engeli getirildi. Bu defa herkes haberlere erişim engeli getirildiği için paylaşılması durumunda sıkıntı yaşanmasını önlemek amacıyla “aman ha, buna erişim engeli geldi, paylaşmayın” mesajıyla o haberleri paylaştı. Özetle UFO’lar gizli ticaret işine girmişti ve büyük güçler bunun duyulmasını istemiyordu! Olaysız dağıldık.

Meğer ben öyle sanıyormuşum! Derin derin akıllar, ne incelikli mücadele yöntemleri geliştirmiş de ben anlamamışım. Örnek mi? Derhal! Ama peşinen uyarayım, bu müdahaleyi fark edebilen küçük bir azınlığa dahil olmak üzeresiniz. O nedenle yazının devamını bu yükü kaldıramayacak olanların okumaması daha uygun olur.

Efendim işte o günlerde TRT 1’de Baba filmine denk geldim. Çayımı aldım, gözünün bebeğiyle oynayan Al Pacino’yu izlemeye başladım. Gerçi ben Baba’lara günün hangi saatinde, nerede denk gelsem hürmetimi gösteririm. Tabii o anda bu depderin vuruşla karşılaşacağımı tahmin edemezdim. Ben sadece Baba 2’yi izliyorum sanıyordum.

Michael Corleone’nin alem buysa kral benim dediği bölüm. Adam zeka küpü, Havana’da işler tıkırında giderken yaklaşan devrimin kokusunu bir tek o alıyor. Ayrıca karındaşı Fredo’nun kendini sattığını da anlıyor. Kifayetsiz muhteris Fredo, üç kuruşa ve azıcık pohpohlanmaya tav olup haset ettiği kardeşini babalarının zamanından kalma Hyman Roth amcaya ispiyonluyor. Eh Baba olmak kolay değil, tuzaklardan kurtulmuş bir Michael Corleone’nin eline düşmeyi kim ister? İtiş kakışın sonunda Hyman Roth canını kurtarmak için soluğu İsrail’de alıyor. Oradan da sınırdışı ediliyor. Hikayeyi biliyorsunuz.

Neyse film akıp giderken, defalarca izlemenin yarattığı etkiyle beynim boşlukları doldurmuş olsa gerek Hyman Roth ve İsrail denilen yerlerde sessizlik olduğunu başta fark etmedim. Koca TRT’ye bozuk film satacak halleri yok ya? Salonda olsak “makinist ses” diye bağırırız, ama devir o değil. Bunlar hep dijital. Ne oluyor, nasıl oluyor diye dikkatlice izlemeye başlayınca gördüm ki oyuncuların ağızları oynuyor ama ses yok. Yetiş ya Puzo, yetiş ya Coppola! Evladınıza neler etmişler diye bağırıyorum evde.

Koltuk, koridor, mutfak arasında yol yaparken aklıma düştü; bunun mesaisi nasıldır acaba? Baba 2, control F, bul/değiştir, Hyman Roth/sessizlik, metindeki tüm değişiklikler yapıldı. Böyle midir? Baba 2’deki Hyman Roth ve İsrail kelimelerini bulup onların üzerine pamuk tıkamayı akıl edenler nasıl birileridir? Bu kadar saçma bir işte çok derin akıllar bulanlar nasıl kişilerdir, demeye de korkuyor insan. Denk gelirsin, tanışırsın, elinde kalır falan. Her şeyi geçtim Baba’ya bu yapılır mı ulan, demez mi insan?

(ÖE/HA)

Soğuk bir kış günüydü. Onkoloji polikliniğinde kimi hastalara tedavinin olumlu sonuçlarını anlatıyor, birlikte umutlanıyorduk. Kimi hastalarda ise belirsiz geleceğin ağırlığını, tükenen umutları yakınlarına çaresizlik içinde dile getiriyor, onları teselli etmeye çalışıyorduk. O gün, daha önce hikâyesine kısmen aşina olduğum bir hastayı karşılayacaktım. Bir şekilde avukatıyla haberleşmiş, otuz yılı aşan bir mahkumiyetin ardından iki gün önce serbest bırakıldığını öğrenmiştim.

Onun hikâyesi, Türkiye cezaevlerinde sessizce ölüme terk edilen yüzlerce hasta mahpusun ortak hikâyesinden yalnızca biriydi.

Kapıdan içeri girdiğinde, yaşının olgunluğunu taşıyan, dingin ama sözlerinin ağırlığını hissettiren kararlı bir yüz ifadesiyle masama yaklaştı. Elimi sıktı; tanışma ve hal hatır faslının ardından, güven ilişkimizin temeli atıldı. Yaşamının sonuna dek sürecek bu hasta-hekim güveni içinde bana dönerek şunları söyledi:

“Mamoste, ben dışarıya ölmek için değil, yaşamak için çıktım.”

Bu söz, yalnızca bir hastanın değil, cezaevlerinde yıllardır sağlık hakkı ellerinden alınan, geciken tanı ve tedavi nedeniyle ölüme terk edilen yüzlerce mahpusun haykırışıydı.

Bu söz bana bir başka sesi, modern Kürt edebiyatının öncü yazarlarından Mehmed Uzun’u hatırlattı. Edebi yaşamını sürgünde şekillendiren Uzun, roman, deneme ve çeviri çalışmalarıyla Kürt dilinin edebiyat dili olarak gelişmesine büyük katkı sunmuştu.

Mide kanserine yakalandığında İsveçli doktorlar ona yalnızca birkaç hafta ömür biçmiş, palyatif bakım ünitesine göndermeye karar vermişlerdi. O ise 2006 Temmuz’unda radikal bir kararla Diyarbakır’a döndü. Havaalanına indiğinde halkına ve toprağına sarıldı:

— “Diyarbakır........

© Bianet