Umudu barış ve gelecek için bir arada büyütebilmek
“Umutsuzluk, kişilerin geleceği ve amaçlarıyla ilgili olumsuz-negatif beklentiler içinde olması ya da ‘yararsızlık’ duygusu yaşaması olarak tanımlanıyor.” cümlesiyle başlayan ve her geçen gün yaşatılan belirsizliklerle toplumda umutsuz olanların sıklığının daha da artırılmasıyla iktidarın elinde adeta “toplumu teslim almanın” bir aracı haline getirildiğini tartışan “Umutsuzluk” başlıklı yazıyı altı ay önce bu köşede paylaşmıştım. Göründüğü kadarıyla o günden bugüne umutsuzların sıklığı daha da artıyor. Kişiler ve toplum, amaçlarını gerçekleştirebileceği bir gelecek beklentisine sahip olamıyor, olanların sayısı hızla azalıyor. Oldukça büyük bir grup insan, kendini “hiçbir işe yaramıyorum” duygusundan kurtaramıyor. Çünkü, kurtarabilmesinin koşulları iktidar tarafından sistemli bir biçimde yok ediliyor.
Nisan 2016’da yapılan plebisit ile kabul edilen ve Haziran 2018 genel seçimleriyle birlikte uygulamaya giren “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ile parlamenter sistem büyük ölçüde törpülendi, “tek adam rejimi”nin koşulları yaratıldı. Kasım 2002 genel seçimlerinde toplam oyların yüzde 26’sıyla milletvekilliğinin yüzde 64’ünün sahibi olan AKP’nin ikinci başbakanı Recep T. Erdoğan, bu sefer atanmışlardan oluşan kabinesiyle ülkeyi partili cumhurbaşkanı sıfatıyla “tek başına” yönetiyor. Refah ile toplumsal rıza üretme araçlarının neredeyse tümünü yitiren iktidar, pek çok mekanizmanın yanı sıra, bilinmezlikler ve belirsizliklerle çepeçevre kuşattığı toplumu, kendisinin varlığı dışında hemen her şeyden umudunu yitirmeye mahkûm ederek iktidar mücadelesine devam ediyor. Böylesi bir dönemde iktidarın elindeki en güçlü araçlardan biri haline gelen ve toplumda giderek yaygınlaşan “umutsuzluk” halini tersine çevirme, toplumsal umuda dönüştürme ve yaygınlaştırma hedefinin muhalefetin birinci önceliği haline gelmesi artık elzem oldu.
Geçtiğimiz hafta kamuoyunun gündeminde “sahte diploma” olayı olarak yer alan, esasında verilen-alınan diploma, ehliyet, pasaport vb. herhangi bir belgenin kalpazanlıkla yapılmadığı, sahte olmadığı hak edenlere verilenlerle birebir aynı olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu belgeler, yalnızca gerekli “paraya” ve “ilişkiye” sahip kişilere AKP’nin atadığı yöneticiler tarafından yapılan “yolsuzluklar” sonucunda, “hak etmeyenlere” ve “usulsüz” olarak verilmiştir.
Medyada yer alan haberlere göre 45 milyondan fazla yurttaşın kişisel bilgileri ile MİT, emniyet teşkilatı da dahil olmak üzere, onlarca kamu kurumunun sahip olduğu elektronik ortamdaki bütün bilgileri de ele geçirilmiş. Yaşananlar bir daha gösterdi ki toplumların korunması için top da tüfek de yetmez. İnsanlar kendi ülkeleri içinde özellikle devletle olan ilişkilerinde de güven içinde olmaya gereksinim duyarlar. Ancak, ortaya çıkan olaylar Türkiye’de yaşamanın hiç de güven verici olmadığını göstermiştir. Okullardan başlatılarak ezberletilen ve topluma “savunma sanayi” olarak tanımlanan esasında “savaş sanayisi”dir ve varlığının devam edebilmesi için savaşlara muhtaçtır. Silahlar yalnızca birilerini zengin etmek birilerini de öldürmek içindir. Toplumun güvenliğinin sağlanması için değil. Sağlayabilseydi, silah ithal etmekle övünen bir ülkede, devletin güvenliğini sağlamak sorumluluğunda olduğu veriler çalınamazdı, yolsuzlukla diploma vb. belgeler dağıtılamazdı. Yalnızca hak edenler, belirlenmiş koşulları sağlayanlar sahip olabilirdi. Öğrendik ki Türkiye’de durum bambaşka. Olay ortaya çıktıktan sonra aralarında bakan yardımcılarının da olduğu birçok kamu çalışanı daha önce “özgeçmişlerinde” sıraladıkları diploma ve belgeyi sildiler. Bu konuda sahteciliğin nasıl yapıldığı, bu yolla bugüne kadar kimlerin kimlere hangi belgeleri verdiği ve bu kişilerin bu belgelere dayalı olarak sahip oldukları görev, terfi, atama vb. de dahil olmak üzere, haksız kazanımların neler olduğu bütün ayrıntılarıyla toplumla paylaşılmalıdır. Sorumlular hakkında idari ve adli soruşturma başlatılmalı, “organize suç” kapsamında yargılanmaları sağlanarak sistemin çürümüşlüğünün yanı sıra, “en tepedeki” suçlular da görünür kılınmalıdır.
“E-devlet yolsuzluğunun” ortaya çıkması, toplumda umutsuzluğun daha da pekişebileceği koşullara katkı sunmuştur. Birebir insanların “nesneleşmesinden” (kendi iradesiyle neredeyse hiçbir şeyi yapabilme, değiştirebilme olanağının-koşulunun kalmaması algısı ve duygusuna mahkûm olması) sonra nesneleşme halinin artık bizzat toplumun büyük bölümüne hâkim olmasına, “toplumsal nesneleşme”nin daha da yaygınlaşmasına vesile olmuştur. Öncelikle gençler arasında yaşanmaya başlanan “geleceğe yönelik” umutsuzluk, son zamanlardaki olaylarla, “insanca yaşayabilme”nin olanaksızlıklarına yönelik olarak iktidardan “nemalanmayanlara”, toplumun çok büyük bir bölümünü kapsayacak bir biçimde genişledi.
Bu sorunun çözümü siyaset kurumunda, dolasıyla muhalefetin ellerinde. Öncelikle yaşananları ve ortaya çıkan durumu “toplumsal psikoloji” başta olmak üzere, bilim kurumundan katkı ve destek alarak enine boyuna inceleyebilmeliler. Ardından da bu bilgiye dayalı olarak geliştireceği araçlarla topluma ulaşıp, iğneden ipliğe her bir toplumsal alanda iktidara alternatif olduğunu ve bunu yaşama nasıl geçireceğini anlatıp, güven verebilmesi, inandırabilmesi gerekiyor. Aksi durumun iktidarı daha da kalıcı hale getireceği gibi bu tarihsel momentte Türkiye’ye özel ortaya çıkan ve geliştirilen olanaklardan da yararlanamamanın olumsuzluklarını topluma yaşatacak, altından kalkabilme olanağını oldukça zor hale getirecektir.
Dünya genelinde değişik içeriklere sahip olsalar da oldukça yaygın hale gelmiş olan “tek adam rejimi”nin hâkim olduğu ülkelerden neredeyse bir tek Türkiye’de siyasal muhalefet iktidara karşı “teslim olmamış” durumda. Muhalefet, önceki yıllardan da dersler çıkartarak, hatta kimi başlıklarda özeleştiri vererek, gerçekleştiğini de söyleyebileceğimiz şekilde, mücadeleyi büyüterek ve genişleterek yürütmeye çaba gösteriyor. 31 Mart 2024 yerel seçimleri sonrasında, iktidarın DEM Parti’li belediyelere yönelik operasyonlarının ilkinden itibaren ana muhalefet partisi olarak CHP, diğer sol, sosyalist muhalefetle birlikte önceki yıllardan çok farklı bir biçimde aktif olarak dayanışma içinde oldu, taviz vermedi. Daha sonra Ekim 2024’te TBMM açılışındaki “siyasi tokalaşma” ile görünür olan “Kürt meselesinin siyasi çözümü”ne yönelik gelişmeler karşısında yine önceki dönemlerden farklı olarak karşısında durmadı, “üç maymun”u oynamadı. Aksine, çözümünden yana olduğunu ve belirli koşullar sağlandığında destek vereceğini dahi deklere edebildi.
DEM Parti de sahibi olduğu “Kürt meselesinin demokratik çözümü” konusunda yıllar sonra yeniden gündeme gelen olası “olanağı” gerekçe göstermeksizin, CHP’nin HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasındaki rolü ve önceki yıllarda belediyelerine kayyım atamalarındaki sessizliğini “konu bile etmeden” CHP’li belediyelere yönelik olarak önce “kent uzlaşısı” üzerinden hemen devamında da “yolsuzluk”lar gerekçesiyle yürütülmekte olan operasyonlarda dayanışma göstermekte, iktidara karşı muhalefet etmekte en küçük tereddüt göstermedi, ortak davrandı. Bu yıl İstanbul ve Diyarbakır Newroz alanında CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in mesajı okundu, 8 Mart ve 1 Mayıs kutlamalarında iki parti de demokrasi güçleriyle birlikte daha da coşkulu bir şekilde meydanlarda buluştu. İktidarın her türden plan ve girişimine rağmen, CHP-DEM Parti’nin haksızlıklar, hukuksuzluklar ve adaletsizlikler için iktidara karşı dayanışması zaman zaman yavaşlasa, “ne oluyor” diye sorgulatsa da sonlandırılamadı. Her iki parti yönetimi bugüne değin her türden karşı girişimi bertaraf edebildi.
CHP, her ne kadar özellikle parti içi muhalefetin yer yer saldırıya varan açık müdahalesi olsa da Komisyon’a katıldı. Kürt meselesinin demokratik çözümüne giden yolda; “yaşam hakkı için barış” aşaması için gerekli düzenlemelerin yanı sıra, atılan adımların kalıcı olabilmesi için gerekli de olan “demokratikleşme” ile ilgili düzenlemelerin de güdeme gelebilmesi için çalışacağını açıkladı. Bununla birlikte, hem sürecin açık karşıtlığını yapanların hem de onları dolaylı ve örtük olarak destekleyenlerin zaman zaman “silahlı çatışmalar devam etsin” olarak okunabilecek söylemleri devam ediyor.
Komisyon’un birinci toplantısında katılımcı partilerin oybirliği ile kabul edilen “Komisyonun Çalışma Usul ve Esasları” metni, karar alma süreçleri, toplantılara kimlerin katılabileceği, basın tarafından takip edilmesi vb. kamuoyu tarafından da sorgulanan her bir başlık için somut açıklıklar içeren biçimde hazırlanmış. Buna karşın, ikinci toplantının tüm partiler tarafından kabul edilen özelliği nedeniyle basına kapalı yapılmasından hareketle, komisyon toplantılarının tümünün “toplumdan kaçırılarak gizli” olacağı şeklinde spekülasyonları karşısında da her iki parti herhangi bir kaygının etkisinde kalmadan ve kaygıya yol açmayacak şekilde kamuoyunu doğru bilgilendirmeye yönelik benzer tutumu sergileyebildiler. Ancak, Komisyon 51 üyeden oluşuyor, 86 milyonun büyük çoğunluğu da 51 kişiyi izliyor. Kalıcı barış ve toplumsal demokratikleşme için bu sınırlılığın olabildiğince kısa zaman zarfında aşılabilmesi gerekiyor.
Söz konusu sınırlılığı aşabilmenin yolu Komisyon’u “büyütebilmek”ten geçiyor. Onun için de öncelikle konuyla ilgilenen herkesin Komisyon’a dahilmiş gibi süreci takip edebileceği, katılabileceği mekanizmaları kurabilmek gerekiyor. DEM Parti, CHP, EMEP ve TİP Komisyon üyelerinin birlikte tutum alışlarının yanı sıra, bu partilerin programlı bir biçimde “Komisyon Programı”nı başta partilileri olmak üzere toplumun gündemine taşıyabilmesi, eşzamanlı olarak kurulacak mekanizmalarla toplum katılımının sağlanmasına çalışılabilmelidir ki Komisyon, “Halkların Komisyonu” olabilsin.
Böylece Türkiye’de tek adam rejiminin egemen olduğu ülkelerden farklı olarak, 19 Mart’la birlikte daha da organik hale gelen demokrasi güçlerinin ilişkilenmeleri, “toplumsal muhalefetin” farklı farklı başlıklarda birlikte tutum alışının ve mücadelesinin önünü açabilecek. Böylece, “demokrasi güçleri” bir bütün olarak hem tabanını genişletebilecek hem de taleplerini ve mücadelesini büyütebilecek. Bu hedef ve içerikteki bir tutum, iktidarın nesneleştirmek istediği toplumun, ortaklaşan hedefler çevresinde yeniden umut kazanmasını, özneleşmesini sağlayabilir.
Böylesine bir hedef muhalefeti ortaklaştırılabilir ve gerekli adımlar “öznel hesaplar yapılmaksızın”, benzer sorumluluklarla atılabilirse Türkiye’de önce “barışı”, barışın kalıcılaşabilmesi için de “demokratikleşmeyi” hep birlikte çok da geç olmadan yaşayabilir-görebiliriz. Onun için öncelikle partilerimiz umut edebilmeli ve bunu görünür hale getirebilecek dayanışmayı ve kararlılığı sergileyebilmelidir. Beraberinde bizler akabinde bir bütün olarak toplum da yeniden umut etmeye başlayabilecek. Umutlarımızı birleştirip mücadelemizi büyütebildikçe cumhuriyet ikinci yüzyılında da olsa demokratikleşebilecek. Eğer hep birlikte bunu yaratmaya karar verebilir ve yola çıkabilirsek herhangi bir inkarla karşılaşmadan, tüm kimliklerimizle eşit, özgür, demokratik, laik, adaletli ve barış içinde bir cumhuriyeti birlikte inşa edip, bir arada eşit yurttaşlar olarak var olabilecek, üretebilecek ve yaşayabileceğiz.
(OH/VC)
Günümüzün dijital dünyası, temel bir çatışmanın ana sahnesine dönüşmüş durumda. Bu çatışmanın bir tarafında, kamusal söylemi yönetmek ve kolektif bilgiyi mülk edinmek amacıyla devlet ile şirket gücünü birleştiren yeni denetim mimarileri yer alırken, diğer tarafta dijital araçları ve alanları demokratik hedefler için yeniden işlevlendirmeyi amaçlayan yeni oluşumlar bulunuyor. Bu bağlam, dijital medya okuryazarlığının önemini yeniden tanımlamayı da zorunlu hale getiriyor. Artık dijital okuryazarlık yalnızca yanlış bilgiyi tespit etme becerisi değil, aynı zamanda bilginin nasıl üretildiğini, kim tarafından kontrol edildiğini ve ne amaçla araçsallaştırıldığını anlama kapasitesine deniliyor.
Bilginin gücü, onu üreten ve yayan yapılar tarafından şekillendirilirken, medya kullanıcılarının rolü de köklü bir dönüşüm geçiriyor. Henry Jenkins gibi isimlerin coşkuyla “katılımcı kültür” olarak adlandırdığı bu yeni dinamikte, kullanıcılar artık sözümona pasif alıcılar değil, aktif içerik üreticileri ve dağıtıcılarıydı. Ne var ki, bu katılımın kendisi, çoğu zaman demokratik bir potansiyelden çok, ekonomik sömürünün ve siyasi manipülasyonun ham maddesine dönüşüyor.
Son yıllarda popülerleşen “Sansür-Endüstriyel Kompleks” kavramı, bu denetim mimarisini, yani devlet kurumları ile teknoloji şirketleri arasındaki işbirliğini tanımlamak için kullanılıyor (Shellenberger, 2023; ADF International, 2024). Ancak bu kavram, sansürü demokratik işleyişten bir sapma olarak çerçeveleyerek, sorunun kökenindeki yapısal dinamikleri gizleme riski taşıyor. Öte yandan bunu bir anomali olarak değil, (dijital) kapitalizmin kendi çelişkilerini yönetmek ve sermaye birikiminin koşullarını sürdürmek için başvurduğu zorunlu bir mekanizma olarak gördüğümüzde devlet, bu çerçevede, egemen sınıfın çıkarlarını koruyan ve dijital alanı sermaye lehine düzenleyen bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle, bu çok katmanlı tahakküme karşı filizlenen ve dayanışmayı temel alan hareketler, yalnızca ifade özgürlüğünü değil, aynı zamanda emeği ve müşterekleri savunarak daha adil bir geleceğe kapı aralıyor.
“Sansür-Endüstriyel Kompleks”, devlet gücü ile özel platformların altyapısının iç içe geçtiği, kamusal söylemi düzenlemeye yönelik yapısal bir ortaklığı ifade ediyor. Bu kompleks, devletin anayasal denetim sınırlarını aşarak teknoloji şirketlerini fiili birer vekil olarak kullandığı bir mekanizma üzerinden işliyor. Bu dinamik, hükümet organlarının platformlara içerik moderasyon politikalarını siyasi hedeflerle uyumlu hâle getirmeleri için doğrudan veya dolaylı baskı uyguladığı durumlarda somutlaşıyor (U.S. House of Representatives, Committee on the Judiciary, & Select Subcommittee on the Weaponization of the Federal Government, 2024).
Bu yapının en belirgin örneklerinden biri Türkiye’de de gözlemleniyor. 5651 sayılı kanun ve bu kanunda yapılan değişiklikler, sosyal medya şirketlerine Türkiye’de temsilci atama zorunluluğu getirerek platformları doğrudan devletin yargı mekanizmalarının muhatabı hâline getirdi ve şirketleri içerik kaldırma taleplerine uymaya zorladı (ARTICLE 19, 2021; Human Rights Watch, 2022). Bu mekanizma, 2022’de eklenen ve “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” suçunu tanımlayan madde gibi muğlak ifadelerle daha da kurumsallaştı. Venedik Komisyonu gibi kurumlar, bu tür yasaların ifade özgürlüğü üzerinde derin bir caydırıcı etki yarattığını ve keyfi uygulamalara zemin hazırladığını belirtiyor (Venice Commission, 2022). Bu yasal mimari, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı gibi merkezi bir stratejik kurum ve ona bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM) gibi operasyonel birimlerle de destekleniyor.
Sansürün bu siyasi eylemi, daha derin bir ekonomik süreçle, yani kolektif bilginin mülk edinilmesiyle de doğrudan bağlantılı. Bu bağlantıyı anlamak için “yapay zekâ” olarak ifade edilen teknolojinin doğasına bakmak gerekiyor. Matteo Pasquinelli’nin de belirttiği gibi, yapay zekâ, biyolojik zekânın bir taklidi olarak değil, kolektif emeğin ve toplumsal bilginin kodlanarak otomasyonuna dayanan bir sistem olarak görülebilir. Bu süreç, sermayenin tarihsel olarak işçilerin bilgisini ve becerilerini gözlemleyip makinelere aktararak üretim sürecini denetim altına alma pratiğinin günümüzdeki bir devamıdır.........
© Bianet
