menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Barış ve demokrasi için 'planlama': Açıklık, katılımcılık, tutarlılık ve CHP

9 0
28.07.2025

Kürt meselesinin siyasi çözümüne yönelik gelişmeler yavaş da olsa devam ediyor. TBMM’de temsil edilen partilere Başkan Numan Kurtulmuş tarafından gönderilen 25 Temmuz 2025 tarihli, “Komisyon kurulması” konulu yazıyla, muhtemelen TBMM’de grubu bulanan partilere önceden yaptığı konuyla ilgili ziyaretlerde belirlenen üye dağılımına göre, 31 Temmuz 2025 tarihine kadar milletvekili görevlendirmelerini istedi. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre, Komisyon yalnızca TBMM’de yer almakta olan partilerin katılımıyla ve özel bir yasal düzenlemeye dayandırılmadan kuruluyor. Şimdiye kadar, İYİ Parti dışında Komisyona üye vermeyeceğini açıklayan herhangi bir parti olmadı. Komisyonun adı, karar alma yöntemi, çalışma prensipleri, programı ve takviminin çalışmaya başladıktan sonra belirleneceği anlaşılıyor. Komisyonun kuruluşunda sivil toplumun ve demokratik kitle örgütlerinin temsil edilmemesi büyük bir eksiklik. Bununla birlikte, bu eksikliğin Komisyonun çalışmaya başlamasının hemen ardından “alt komisyon(ların)” kurulması aşamasında giderileceğini umut etmek istiyoruz.

Ekim 2024’de görünür hale gelen süreç, PKK lideri Abdullah Öcalan tarafından hazırlanan “Barış ve Demokratik Toplum” başlıklı metnin 27 Şubat 2025 tarihinde kamuoyuna açıklanmasıyla vücut bulmuş, 5-6 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilen 12. Kongresi’nde PKK’nin fesih kararı alması ve PKK üyesi 30 kişinin, 11 Temmuz’da Kürdistan Özerk Bölgesi’ndeki Süleymaniye’de silahlarını kendi iradeleriyle yakarak imha etmesi ve “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” adıyla kamuoyuyla paylaştığı metinde yer verdikleri: “… bundan sonra özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizi, demokratik siyaset ve hukuk yöntemi ile yürütmek amacıyla ve demokratik entegrasyon yasalarının çıkarılması temelinde …” ifadesiyle bundan sonra mücadelelerinin hedefini, araçlarını ve koşulunu açıklayarak yeni bir dönemim kapısını aralamış oldu.

Tarafların çatışma ve silahlarıyla ilgili kararları almak için yaptıkları ve yapacakları görüşmeler ve müzakereler konunun doğası gereği sadece tarafları ilgilendiriyor. Ancak, “çatışmasızlık ortamınıntesisi ve kalıcı olabilmesi hedefiyle yapılması gerekenler ise toplumun bütün üyelerinin yaşamıyla doğrudan ilişkili. Bu nedenle Komisyonun adından başlayarak, karar alma mekanizması, görev ve yetkilerinin belirlenmesiyle yapacaklarına dair planlamanın bir an önce müzakere edilerek tamamlanması gerekiyor. Komisyonun kurulmasının ilanından itibaren yapacaklarının kamuoyunun gözü önünde olması ve bütün faaliyetlerinin sistematik bir biçimde kamuoyuyla paylaşılması da çok önem taşıyor. Bu bakımdan, “barış ve demokratikleşmeden” yana taraf olan partilerin Komisyon üyelerinin ilk aşamada planlama yapılması konusunda ısrarlı olması önem taşıyor. Peki neden? Bu soruya yanıt vermeden önce, yaklaşık 50 yıldır dünya ve Türkiye’de buzdolabına kaldırılmış olan planlama konusuna değinmek gerekir.

Planlama, belirli bir amacı saptanmış bir sürede gerçekleştirmek için düzenlenen önlemler bütünü olarak tanımlanabilir. Geçmiş ve bugüne ait bilgilerle geleceğe yön verme çabası olarak ifade etmek de mümkün. Tıpkı bilim gibi, planlama da insanın bilgisizliğin ve korkunun sınırlamalarından kendi kendine kurtulma isteğinin bir ürünü olarak ele alınabilir.

Planlamanın üç unsuru bulunuyor. İlki, amacın saptanması ve üzerinde anlaşılmış olması gerekiyor. İkincisi, söz konusu amaca ulaşılacak sürenin belirlenmiş olması, üçüncüsü ise amaca ulaşmak için kullanılacak teknik, araç ve kaynakların saptanmış olmasıdır. Bunlardan herhangi birinin eksik olması amaca ulaşmayı engelliyor. Ayrıca planlamanın olmazsa olmaz temel ilkelerinin; açıklık, katılımcılık ve tutarlılık olduğu da unutulmamalıdır. Bu temel ilkeler planlamanın hazırlık, uygulama, izleme, denetleme ve değerlendirmeden oluşan beş aşamasında da eksiksiz bir biçimde hayata geçirilmesi gerekiyor.

Yukarıdaki soruya yanıt vermeden önce planlamayla ilgili bilgileri kısaca özetlemiş olmakla, açıkçası komisyon üyelerinden beklentilerimizin ilk aşamada neden planlama yapılmasında ısrar edilmesi gerekiyor sorusuna da doğrudan yanıt oluyor. Yinelemek pahasına da olsa gelinen aşama yalnızca tarafları değil, toplumun bütününü ilgilendiriyor. Çatışmasızlığının sağlanmasının yanında, kalıcı olabilmesi yalnızca taraflara sağlanacak olanaklar ve getirilecek yaptırımlarla gerçekleştirilemez. Bunun için olmazsa olmaz olan toplumsal yaşamın demokratikleşmesi, adaletin ve yüzleşmenin de eşzamanlı olarak tesis edilebilmesidir.

TBMM çatısı altında bulunanlar, asli işlerinden biri olarak vekili olduğu toplumun da Komisyon sürecine bir şekilde aktif olarak katılımını sağlayarak, her şeyin toplum tarafından bilinen ve görülen bir biçimde belirlenmesini, konuşulmasını-tartışılmasını ve karara bağlanmasını gerçekleştirebilmelidir.

Hükümet tarafından sürdürülen anayasa ihlallerinden vazgeçilmesi ve ihlalleri yaşayanların haklarının iadesi, uygulanmayan yasa hükümlerinin uygulamaya konması ve bu nedenle yaratılan mağduriyetlerin telafisinin sağlanması ilk önce yapılacaklar listesinde yer almalıdır. Böyle bir sıralamayla infaz uygulama ve süresi, hasta mahpuslar ile silahını imha eden PKK üyelerine yönelik yasal düzenlemelerin hızla gündeme alınıp tamamlanması gerekiyor.

Bu çalışma başlıklarıyla eşzamanlı olarak “yüzleşme”yi sağlayacak koşulların zaman geçirmeden hayata geçirilmesi de çatışma çözümü süreçlerinin son aşaması olarak kabul edilen ve barışın kalıcı olabilmesi için anahtar aşama-dönem olarak tanımlanan “normalleşme” için yapılması gerekenler arasında en önemlilerinden birisi. Dile kolay, 40 yılı geçen “düşük yoğunluklu savaş” koşullarında savaşan taraflar dışında toplumun yaşadıkları gözden kaçırılmamalı, özel önem atfedilmelidir.

Siyaseten “faili meçhul” olarak adlandırılan cinayetlerin tetikçilerini yönlendiren “gerçek fail(ler)in” mağdur yakınları tarafından da kabul edilebilecek “özür dileme”sinin bir an önce gerçekleşmesi, 10 Ekim Katliamı, Barış Akademisyenleri vb. onlarca konunun çözümü de Komisyon faaliyeti tamamlanmadan önce sağlanabilmesi gerekir.

Askerlik görevini yaptığı sırada ya da asker ve polisken görevlendirilerek doğrudan ve/veya dolaylı bir şekilde düşük yoğunluklu savaşı “cephede” yaşayan, çoğu erkek, yüz binlerce kişi yaşadıklarıtravmalarla birlikteülkenin hemen her yerinde, toplumun içinde yaşıyor. Bu kişilerin de “travma sonrası stres bozukluğu” yönüyle değerlendirilme ve gereksinimi olanların “tedavisinin” sağlanması, son yıllarda ülke genelinde neredeyse salgın haline gelen bireysel şiddet ve öldürmelerin de azalmasını sağlayabilecek sağlayabilecek önemli bir adım olacaktır. Toplumun bütün üyeleri konuyla ilişkili-ilgili yaşadıklarını, duyumsadıklarını anlatabilmeli, taraf olduklarıyla, olmak zorunda bırakıldıklarıyla bir araya gelip bütün bunları paylaşabilmelidir. Çünkü toplum olarak paylaşarak, paylaşıp yüzleşme olanağı buldukça onarılacağız, sağalacağız. Ancak bundan sonra birlikte fakat karamsarlıklarla değil, “neşeyle”, mutlu ve umutla yaşayabileceğiz.

Peki böylesi devasa konuların yer alacağı Komisyon sürecinde Türkiye’nin birinci partisi olduğunu ilan eden, ana muhalefet partisi olarak CHP’nin yeri ve rolü ne olacak? Son haftaya kadar yapılan açıklamalar Komisyona katılacağı ve gerçek çözüm için tutum alacağına ilişkindi. Öyle ki haftalar öncesinde CHP Genel Başkanı Özgür Özel, AKP’li Cumhurbaşkanı ile yaptığı polemikte “… daha fazla geciktirme. Yapamıyorsan koy sandığı hükümet olduğumuzda Kürt meselesini de biz çözeriz. Oyalama kimseyi! …” mealinde cümleler kurmuştu. Şimdi ise söz konusu netliğin kaybolduğunu izliyoruz. Parti yetkililerinin açıklamalarına kulak verdiğimizde hâkim olan söylemin CHP’nin bırakalım sürecin ilerlemesi için var olan platformların değerlendirilmesini, koşulların zorlanmasını, Komisyona katılmasının dahi “şüpheli” olduğu yönünde.

Halbuki CHP’nin yeni yönetimi Türkiye’nin birinci partisi ve iktidara aday olduğunu ilan etti ve bunun için de demokratik koşullar çerçevesinde her türden mücadeleyi göze almış olduğunu gösteren eylemlerine devam ediyor. İktidarın sistemli bir biçimde DEM Parti’ye, belediyelerine yaptığı haksız ve hukuksuz uygulamalara beş aya yakın bir zamandır maruz kalıyor ve bundan sonra da azalmak bir yana artarak devam etme riski yüksek. Böylesi bir dönemde, Türkiye’de yaşanmakta olan hemen her türden soruna bir şekilde dolaylı ya da doğrudan kaynaklık eden, neden olan Kürt meselesinin TBMM çatısı altında çözümüne, pek çok eksiğine karşın, her ne koşulda olursa olsun çözümü için çabaya katılmayacak olması yalnızca meselenin çözümünü değil, CHP’nin iktidara yürümesinin de önünde büyük bir risk yaratma potansiyeli taşıyor. Bir önceki CHP yönetiminin DEM Parti seçmeninde yarattığı kırgınlığın, kızgınlığın hatta öfkenin daha da büyümesini göze almak, son yerel seçimlerdeki verileri dikkate aldığımızda, seçimlere ana muhalefet olarak katılıp sandıktan “iktidar” olarak çıkmayı riske atmayacak mı? Hatta engel olmayacak mı? Kent uzlaşısının iktidara kaybettirirken kendisine nasıl kazandırdığını özellikle, konu bu kadar yakın bir tarihte gerçekleşmiş ve henüz bütün sıcaklığını korurken, iktidar için yola çıktığını ilan eden ana muhalefet partisine ve onun yeni yönetimine sormak gerekiyor: Önceki yönetim gibi siz de mi iktidara gelmek istemiyor musunuz? Ya da İktidara gelmekten neden vazgeçtiniz?

CHP, bir yandan meydanlarda seçmenini konsolide etmeye ve tabanını büyütmeye çalışırken, diğer yandan muhalefeti bölen bir aktör olmamalıdır. Aksine, Türkiye’nin birinci partisi konumundaki ana muhalefet partisi olma pozisyonunun gereğini yerine getirebilmelidir. Sorunu yaşayanlarla birlikte tutum alıp, çözümünün tarafı olabilmelidir.

“Diyarbakır’da demokrasi, İstanbul’da otokrasi olmaz!” saptaması geleceğe yönelikse katılmamak mümkün değil. Ancak bugünü ifade ediyorsa doğru bulmak mümkün değil. Bugünün gerçeğinde buluşalım; “Diyarbakır’da da İstanbul’da demokrasi yok! İstiyorsak birlikte mücadele edelim!” Böyle bir mücadele, doğası gereği Kürt meselesinin siyasal çözümünde de amasız, fakatsız taraf olmayı gerektiriyor.

Perşembe günü Komisyona üye bildiriminin son günü. Mesai saati bitiminde süre de dolacak. Ümit ediyorum ki yukarıdaki sorulara gerek kalmaz. Türkiye halkları, bir toplumsal travmayla daha karşılaşmaz. Kürt meselesinin siyasi çözümü, barış, adalet, demokratikleşme, insanca yaşayabilme vb. umutlarımız yeniden yeşermişken CHP bunu azaltacak, ortadan kaldıracak bir tutum içinde olmamalıdır.

Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın. (OH/TY)

Bağımsız gazeteciliğin kaderi, uzunca bir süredir üretimlerinin niteliğinden veya okuruyla kurduğu bağdan ziyade Silikon Vadisi’ndeki birkaç dev şirketin keyfi ve denetimsiz kararlarına terk edilmiş vaziyette. Dijital platformların, bilgiye açılan birer “kapı” işlevi gören “arama motorları”ndan, yakın zamanda duyurulan ve yapay zekâyla beslenerek bilgiyi kendi içinde sunan “yanıt motorları”na evrilmesi, bu süreci geri dönülmez bir noktaya taşıyor. Bu dönüşüm, dijital müştereklerin çitlenmesinde son perdeyi temsil ederken bağımsız gazeteciliğin hem kamusal görünürlüğüne hem de hayatta kalma mücadelesine doğrudan bir darbe vuruyor.

Oysa tablo her zaman böyle değildi. Türkiye’de internetin son kullanıcıya yayıldığı ilk dönemlerde popüler bir slogan vardı: “İnternet özgürlüktür”. Gerek sistemi yürütenler gerekse muhalifler için her zaman kritik bir “rıza oluşturma” aracı olmuş olan medyanın topluma yön verme gücünün, çok düşük maliyetlerle herkesin yayıncılık yapabileceği bu yeni alana taşınacağı ve bunun gerçek anlamda bağımsız gazeteciliğin önünü açacağı düşünülüyordu. Ancak dijitalleşmenin getirdiği bu özgürlük vaadi, kısa sürede bir yanılsamaya dönüştü.

Dijitalleşmenin hâkimiyet kurduğu bu zamanda bağımsız, muhalif ya da alternatif, kendilerini nasıl adlandırdıklarından bağımsız birçok kurum ana akımın küçük kopyalarını yaratmaktan öteye gidemedi. Tıpkı bir zamanlar tencere-tava dağıtarak okur bulmaya çalışan gazeteler gibi, onlar da okur ile doğrudan bir bağ kurmak yerine Google algoritmalarını hedefleyerek SEO (arama motoru optimizasyonu) uyumlu haberler ile ayakta kalmaya çalıştı. Finansman modeli, okurdan değil, arama motorlarında daha çok görünür olup daha fazla reklam almaktan ibaret oldu.

Trafik ve reklam odaklı bu model, gazetecilik pratiğini de derinden yaraladı. Daha çok haber girmek ve ajanstan gelen içeriği herkesten önce yayımlamak gibi öncelikler, muhabirleri sahadan çekip masa başına hapsetti. Farklı sitelerden haber kopyalamaya ve ajanslara bağımlı kalmaya dayalı bu anlayış, birbirinin aynısı yayınları ortaya çıkardı. Bu kısır döngüde, formasyon sahibi deneyimli gazeteciler “yüksek maliyetli” görülürken, onların yerine fareyi hızla kullanabilen, mesleğe yeni başlayanlar tercih edildi.

Gelinen noktada haber siteleri arasında yüksek trafik yakalayabilenler artık bir süpermarket gibi çalışmaya başladı. Üretmek yerine farklı sitelerin haberlerini alıp kendi sitelerinde “...haberine göre” diye vermeyi tercih ediyordu. Ancak Google’ın yaptığı algoritma değişikliği her şeyi bir anda altüst etti.

1990’lı yıllarda internet kullanıcıları, aradıkları içeriğe ulaşmak için büyük ölçüde iki farklı yönteme bağımlıydı: Yahoo! gibi editörler tarafından manuel olarak kategorize edilen web dizinleri ve AltaVista ile Lycos gibi web’i otomatik tarayan ilkel arama motorları. Web dizinleri, o dönemin ilk haber siteleri ve forumları için temel görünürlük kaynağıydı. İnternetin bu editoryal yapısı, 1998’de Google’ın faaliyete geçmesiyle önemli ölçüde değişti. Google, web sitelerini popülerliklerine ve aldıkları bağlantıların niteliğine göre otomatik olarak sıralayan PageRank algoritmasını kullanarak bilgiye erişim yöntemlerini yeniden şekillendirdi ve kısa sürede baskın bilgi kaynağı hâline geldi. Bu teknolojik değişim, geleneksel medyanın işleyişini derinden etkiledi. Yüzyıllardır haber akışını kontrol eden matbu gazetecilik, okuyucuların anlık ve ücretsiz habere yönelmesiyle tiraj ve reklam gelirlerinde ciddi bir düşüş yaşadı. Ayakta kalmaya çalışan basın kuruluşları, hızla dijital dünyaya uyum sağlamak zorunda kaldı; önce web siteleri kurdular, daha sonra abonelik ve ödeme duvarı gibi yeni gelir modelleri denediler ve metin odaklı üretimlerini video ve podcast gibi multimedya formatlarıyla zenginleştirdiler.

Fakat bu yeni düzen, medyayı başka bir gücün yörüngesine soktu. Google, arama sonuçlarını sıralama kabiliyetiyle, hangi haberin kime, ne kadar ulaşacağını belirleyen modern bir “eşik bekçisi” konumuna geldi. Medya kuruluşları, görünürlük kazanmak ve hayatta kalmak için Google’ın sürekli değişen algoritmalarına uyum sağlamak zorunda kaldılar. Bu durum, “algoritmanın tiranlığı” olarak tanımlayabileceğimiz süreci başlattı. Artık editoryal kararlar, sadece haberin değeri veya kamu yararı gözetilerek değil, aynı zamanda algoritmanın önceliklerine göre optimize edilmiş anahtar kelimeler, başlıklar ve formatlar düşünülerek alınıyordu. Bu da gazetecilik önceliklerini SEO pratiklerine endeksleyerek editoryal bağımsızlığı aşındırdı. Google’ın bu pazardaki hâkimiyeti, kendi hizmetlerini ve zaten büyük olan medya devlerini kayırma potansiyeli taşıyarak küçük ve bağımsız yayıncılar için hayatta kalmayı zorlaştırdı ve sonuç olarak medyadaki ses çeşitliliğini de tehdit eder hâle geldi.

Bu algoritmik........

© Bianet