menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Seattle Türk Film Festivali’nin Kısa Film programı üzerine

7 0
yesterday

Her yıl kasım ayında, dünya çapında Türkiyeli pek çok kısa film yönetmeni ve yapımcı, bakışlarını Amerika’nın batısında, renkli kültür atmosferiyle öne çıkan Seattle’a yöneltiyor. Seattle Türk Film Festivali'nin çatısı altındaki STFF Kısa Film Programı, Anadolu’dan ilham alan ya da Türkiyeli yönetmen ve yapımcıların filmlerinden oluşan seçkisiyle, Washington eyaletinde yaşayan sinemaseverleri ve endüstri profesyonellerini bir araya getiriyor. Canlı bir kültürel alışveriş ortamı yaratarak farkındalığı, diyaloğu ve yaratıcılığı teşvik ediyor.

Aylar süren hazırlıkların ardından 200’den fazla başvuru arasından titizlikle seçilen filmler, yaklaşık 10 ön jüri ve 3 ana jüri tarafından değerlendiriliyor. STFF Kısa Film Programı, belgesel ve kurmaca dallarında en iyi yapımları belirleyerek kısa film dünyasında güçlü bir varlık ortaya koyuyor. Festival kısa film yapımcılarına Büyük Jüri’nin seçtiği en iyi üç filmden farklı olarak İlk Film Ödülü, Özgün Bakış Ödülü ve İzleyici Ödülleri gibi çeşitli kategorilerde ödüller sunuyor.

2024 yılında STFF Kısa Film Programı, Batı Washington Üniversitesi iş birliğiyle ve Dr. Eren Odabaşı’nın moderatörlüğünde Öğrenci Film Yapımcıları Atölyesi’ni hayata geçirdi. Her yıl sürdürülmesi planlanan bu atölye, Pasifik Kuzeybatı’daki diğer yükseköğretim kurumlarına genişleme potansiyeli taşıyor.

Dr. Eren Odabaşı, dünya sineması, medya politikası ve auteur teorisi üzerine akademik çalışmaları bulunan bir öğretim üyesi olmasının yanı sıra, Türkiye’nin köklü film dergisi Altyazı’da da film eleştirileri kaleme alıyor. Berlinale Yetenek Programı’na iki kez davet edilen ve 2013 yılında Cannes Film Festivali – Semaine de la Critique (Eleştirmenler Haftası) bölümünde jüri üyeliği yapan Odabaşı, sinema öğrencileri ile genç yönetmenler arasında köprü kuran bu atölyeye öncülük ediyor.

Bu atölye, Türkiye ile Pasifik Kuzeybatı arasındaki kültürel etkileşimi güçlendirirken, genç film yapımcılarına yaratıcı yolculuklarında rehberlik etmeyi hedefliyor.

2014 yılında STFF’in ilk kısa film ödülünü kazanan Deniz Özden ve daha sonraki yıllarda festivale iki filmle katılan Volkan Güney Eker bu festivalin kariyerlerindeki önemini vurguladılar. “Bıraktığın Yerden” filmiyle ödül alan Volkan Güney Eker STFF’in filmleri seyirciyle buluşturma konusundaki rolünü şöyle anlattı:

“Bu festivale farklı yıllarda iki filmimle katılma fırsatım oldu. Her iki seferde de filmlerimi göstermek bana özel anlar yaşattı ve değerli insanlarla tanışmamı sağladı. STFF, seyirci deneyimini yönetmenlere hissettiren, benim açımdan en özel atmosferi olan festivallerden biri.”

Bu yıl Büyük Jüri Ödülü’nü kazanan ve festivale konuk olacak Morî filminin yönetmeni Yakup Tekintanğaç kısa film festivallerinin önemini şöyle vurguladı:

Kısa filmler ticari işler olmadığı için tek gösterim alanları festivaller oluyor. Hatta dijital platformlara filmi satabilmeniz için bile festival dolaşma karnesine bakıyorlar. Bu yüzden festivaller özellikle kısa filmler için çok önemli mecralar.”

Tekintanğaç ayrıca kısa filmlerin artık “öğrenci işi” olarak görülmesi yönündeki algının değişmeye başladığını; ticari bağı olmaması nedeniyle kısa filmlerin daha özerk bir alanda konumlandığını ve Türkiye dâhil birçok ülkede çok güçlü kısa filmler üretildiğini belirtti.

STFF’in kalbinde, gönüllülerinin tutkusu ve topluluk ruhuyla şekillenen Kısa Film Programı, bu yıl da kültürel alışverişe zenginlik katacak.

Kısa filme dair tartışmalara ilham veren bir alan sunarak festival geleneğini sürdürecek olan program kapsamında, ödül almış filmlerin yanı sıra 120 film arasından seçilen toplam 15 kısa film seyirciyle buluşacak.

Bu yıl toplam altı kısa film ödüllendirildi. Büyük Jüri Ödülü’Morî filmiyle Yakup Tekintanğaç aldı. İkincilik Ödülü, Neredeyse Kesinlikle Yanlış filmiyle Cansu Baydar’a verildi. Üçüncülük Ödülü ise Cennetsiz filmiyle Merve Bozcu’nun oldu. Kanada’dan katılan Özgün Gündüz, Burcu'nun Melekleri belgeseliyle Mansiyon Ödülü’nü aldı. Ayrıca Hazal Beril Çam, Sinek Gibi filmiyle İlk Film Ödülü’nü alırken; Doğa Kılcıoğlu Esen, Kirpik filmiyle Özgün Bakış Ödülü’nün sahibi oldu.

(NS/TY)

Çağımızın vizyoner yönetmenlerinden Guillermo del Toro, 1990’lardan itibaren çoğunlukla ABD’de kurduğu sinemasında insan olmayan varlıklara merakını sıklıkla konu edindi. Onun el işçiliğine, özgür hayal gücüne ve kanona tekrar bakmaya dayalı sineması pek çok kez “canavar”a, “öteki”ye ve oraya ait olmayana şefkat göstermeye davet etti seyircisini. Ancak del Toro’nun farklı olana yönelen bakışı her zaman insan olmanın doğasıyla ilgili sahip olduğu iyicil, hümanist kavrayışla alakalıydı. Shape of Water’dan Pan’s Labyrinth’e, Guillermo del Toro's Pinocchio’dan Crimson Peak’e pek çok filminde karanlığı onu yaratan sebeplerle birlikte görürken aydınlığı insan olma çabasının özünde buldu yönetmen. Canavarlara neden canavar dediğimizi sorguladığı yollar üretti. Guillermo del Toro’nun sinema ve edebiyat tarihine olan tutkusunu da düşününce yönetmenin yeni bir Frankenstein uyarlaması çekmesi hiç de şaşırtıcı bir haber değil aslında.

Proje fikrinin ortaya çıkması 2007’ye kadar dayanan, yıllar içerisinde çeşitli dönüşümlere uğrayan Frankenstein sonunda nihayete erdi ve seyirciyle buluşmaya başladı. Venedik’te gerçekleştirilen dünya prömiyerinin ardından Oscar Isaac, Jacob Elordi ve Mia Goth gibi yıldızlardan kurulu oyuncu kadrosunun da etkisiyle ödül sezonunda adını duyacağımız filmlerden birisi olması da muhtemel. Film bilhassa Jacob Elordi’nin canavara hayat verdiği güçlü performansı, del Toro’dan beklenen yaratıcı prodüksiyon tasarımı ve son bölümdeki dokunaklı anlatısıyla ilgi de görecektir. Öte yandan Frankenstein’ın iki yüzyılı aşkın alımlanma ve yeniden üretilme tarihinde bu versiyonun nereye yerleştiği de ayrı bir merak konusu. Zira Frankenstein, yazarı Mary Shelley tarafından kaleme alındığı dönemden itibaren anlatı geleneklerine etki etmiş, gotik edebiyat denince ilk akla gelen metinlerden birisi olan, sonrasında sinemaya defalarca uyarlanmış bir eser. Guillermo del Toro’nun filmi de kaynak metinden başlayarak neredeyse tüm Frankenstein temsillerinden parçalar alarak ilerleyen, eklektik bir yapıya sahip ancak handikapları da burada başlıyor.

Mary Shelley’nin ilk olarak 19. yüzyılın başında yayımlanan romanı, Aydınlanma Çağı’nın aşkın bilim anlayışına karşı bir eleştiri getiren, bilimin kutsal ve hegemonik güce sahip olduğu bir dönemde yazılmış bir romantizm spekülasyonudur aslında. Başat hegemonik gücün, pozitif bilimin sınırlarını ve etiğini sorgulayan, modern insanın doğaya üstün gelme çabasının yakıcılığını (bizzat Prometheus referansıyla) hatırlatan bir metin. Bunu yaparken de mektuplar aracılığıyla, çok anlatıcılı bir matruşka yapısı kurup sözün iktidarını çoğullaştıran bir katman oluşturuyor. Bu tarihselliği bir yana, Mary Shelley’nin metni yalnızlık, bilimsel etik, bireyin sorumluluğu gibi temalara uğrayarak insan olmak ne demektir sorusuna cevap arayan, felsefi zemini........

© Bianet