menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Güvercin: ‘Varmış’ gibi var olmaya çalışan insan

9 0
08.11.2025

“Bir gün içinde hayatını allak bullak eden o güvercin işi başına geldiğinde Jonathan Noel, ellisini aşmış bulunuyordu, tam bir olaysızlık içinde geçen rahat yirmi yıllık bir süreyi gerisinde bırakmıştı ve artık karşısına, günün birinde gelecek olan ölümünden başka, önemli herhangi bir şeyin çıkabileceği aklının ucundan bile geçmezdi. Bundan da çok hoşnuttu.”

Böyle nefis bir paragrafla başlayan ve yıllar önce yazılsa da satır aralarında anlattıkları ile günümüze uyarlanabilen romanları seviyorum. Kısa bir yolculuk anında bir çırpıda okuduğum Patrick Süskind’in “Güvercin - Der Taube” gibi… Romanın ana karakteri Jonathan Noel’in çağımızın “görünmez insan” güruhunun temsilcisi olduğunu fark etmek hem keyifli hem de düşündürücü bir okuma deneyimi sunuyor.

Onun hikayesi; var olmanın değil, de ‘ varmış’ gibi yapmanın özeti.

Onun hikâyesi, büyük felaketlerin değil de küçük olayların sarstığı bir insanın dramı.

Onun hikayesi güvenli bir yaşam uğruna hayatın kendisinden vazgeçenlerin trajedisi.

Güvercin’in detaylarına geçmeden önce yazarını hatırlatmak isterim. Edebiyat severlerin 1985’te yayımlanan “Koku: Bir Katilin Hikâyesi (Das Parfum) ile tanıdığı, sevdiği Patrick Süskind, Almanya’nın en özgün ve en ketum yazarlarından biri.

Yazar ve senarist olarak hatırı sayılır ününe rağmen 76 yaşında olan Süskind’in şu anda tam olarak nerede, ne yaptığı bilinmiyor. Yayımlanan ilk romanın çok sevilmesi, 50’den fazla dile çevrilip ona dünya çapında ün getirmesi yazarın hoşuna gitmemiş olmalı ki ikinci romanını da yazdıktan sonra görünmez olmayı seçmiş. Süskind, bilinçli bir şekilde kamusal görünürlüğünü tamamen ortadan kaldırmış.

En son edebi sessizliğini 2006 yılında deneme tarzında yazılmış ve Şeyda Öztürk çevirisi ile Can Yayınları tarafından bizde de yayımlanmış bir eser olan “Aşk ve Ölüm Üzerine - Über Liebe und Tod” olmuş. Eros ve Thanatos arasındaki felsefi ilişkiyi incelediği bu eserden sonra yazarın ne yaptığı ise tam bir muamma. Bazı kaynaklara göre Almanya’da Münih yakınlarında bir yerde, kimilerine göre de Fransa’nın güneyinde, Montolieu adlı küçük bir köyde yaşıyor.

Kendisine verilen edebiyat ödüllerini reddetmiş, röportaj vermekten ve fotoğraf çektirmekten uzak durmuş bir yazar olan Patrick Süskind, okurla paylaştığı sadece iki romanı var.

Süskind, başyapıtı Koku’da insanın en ilkel duyusundan -koku alma yetisinden- yola çıkarak arzu, deha ve delilik arasındaki çizgiyi sorgulamış. Koku’nun kahramanı Jean-Baptiste Grenouille, görünmezlik ve varlık arasında salınan bir adam: Kendi kokusu olmadığı için “yok” sayılan, görünebilmek için -ucu cinayete varsa da- başkalarının kokularını çalan ilginç bir karakter.

Yazarın iki yıl sonra yazdığı Güvercin’de ise bu görünmezlik çok daha sessiz bir biçimde karşımıza çıkıyor. Bu kez bir dâhi ya da katil değil, sıradan bir kahramanla tanışıyoruz: Jonathan Noel. Fark edilmemeyi güvenli bir hayatın teminatı sanan biri.

İlk romanda “duyuların aşırılığı”, ikinci romanda “duyuların yokluğu” üzerine yazan yazar, okuruna keşfedebileceği gizli bir bağ sunmuş. Sırf bu nedenle bile Koku’yu okuduysanız, Güvercin’i de okumalısınız. Çünkü bu iki eser tematik olarak birbirini tamamlayan ama biçim olarak zıt iki kutbun ucu gibi…

Jean-Baptiste Grenouille üzerine çok konuşulmuş bir karakter. Biz bu yazının öznesi Jonathan Noel’den söz edelim. Jonathan; 50 yaşında, Paris’te yalnız yaşayan, bir bankada güvenlik görevlisi olarak çalışan sıradan biri.

Hayatını mutlak bir düzen içinde sürdürüyor: Her sabah aynı saatte kalkıyor, aynı kahvaltıyı yapıp, aynı yoldan işe gidiyor, kimseyle muhatap olmuyor. Yemek molasında bile kimseyle sohbet etmiyor, bankanın yakınındaki küçük bir lokantada her gün aynı sandviçi yiyor.

Akşam olduğunda evine dönüyor, gazete okuyor, erkenden yatıyor. Hafta sonları bile farklı hiçbir şey yapmıyor; ne geleni var ne gideni.

Bu özeti yaparken aklıma gelen bir soru: Wim Wenders, “Mükemmel Günler” filmindeki Hirayama karakteri için Jonathan’dan ilham almış olabilir mi? Her iki karakter için de rutin huzur demek, değişim ise tehdit.

Düzen Jonathan’ın tek sığınağı. Savaşta ailesini kaybetmiş, görücü usulü evlendiği eşi tarafından terk edilmiş bu adamın tek hayali; otuz yıldır yaşadığı evi satın alabilmek. Ev dediğim bir apartmanın, altıncı katında chambresre bonne denen türden bir odacık. Fransa’da eskiden çatı katlarında, hizmetçilerin kalması için yapılan, 60’lardan sonra nispeten yaşanır hale getirilmeye çalışılan, mutfağı, banyosu olmayan küçük odalardan biri.

Zamanla edinilen eşyalarla bir gemi kamarasına ya da lüks bir yataklı kompartımanına benzeyen bu oda, Jonathan’ın güvenli adası…

Buydu durum 1984 Ağustos’unda, bir cuma sabahı, güvercin olayı olduğunda.

Jonathan, bir sabah, kapısının önünde bir güvercin buluyor. Küçük, gri, kirli bir kuş. Ama bu sıradan kuş, Jonathan’ın bütün hayatını altüst ediyor. Bu küçük karşılaşma, bastırılmış bütün korkuları yüzeye çıkarıyor.

Güvercin kaçmıyor, öylece duruyor; olan Jonathan’a oluyor, zihni bir anda çöküveriyor. Çünkü rutini bozuluyor! Dışarı çıkamayacak kadar korkuyor. Kendisiyle epeyce cebelleştikten sonra, bir hamle ile kaçarcasına evden çıkıyor. Gün boyunca aklına tek bir soru takılıyor: “Ya hâlâ oradaysa?”

Akşam olduğunda eve girmeye cesaret edemiyor. Bir otel odasına sığınıyor mecburen. Orada, geçmişin tüm hayaletleriyle yüzleşiyor: Annesinin bir kampa götürülüşü, ardından babasının yok oluşu, bir tren yolculuğu ile hissedilen savaş travması. Ardından karısının gidişi.

Ve anlıyoruz ki onun “güvenli hayat” dediği şey, sadece bir unutma biçimi.

Bu arada Jonathan Noel’in hayatı yalnızca evinde değil, işinde de bir ritüeller zinciri. Bekçilik yaptığı bankaya (neden bir banka?) her sabah ayrı saatte gitmesi yetmezmiş gibi her sabah siyah limuzinden inen müdürünün kapısını da açmak durumunda. Bu, onun için bir görevden çok bir tören.

Sadece o sabah güvercini gördüğünde, bu ritüelin de anlamı sarsılıyor. Jonathan, hayatında ilk kez o sabah müdürünün kapısını açmayı unutuyor.

Güvercin’i okurken bu “duygusal uyuşukluk” halini fark etmek bir tür aydınlanma gibi… Jonathan’a kendisini güvende hissettiren rutinleri, o anlam anında bize önemli sorular sordurtuyor: “Rutinler dışında hiçbir şeyi duyumsamıyorsam, gerçekten yaşıyor sayılır mıyım?”

Kırk yıla yakın bir süre geçse de Güvercin’in çağımız insanını çok güzel anlattığını düşünüyorum. Zaten 77 sayfalık bu kısa roman 1980’lerde yayımlandığında, Kafka ve Camus çizgisinde değerlendirilmeler yapılmış, bu da varoluş soruları için uygun bir zemin demek.

Okurken siz de hissedeceksiniz romanda Kafkaesk bir atmosfer var ve sıradan bir olay devasa bir korkuya dönüşüyor. Eleştirmenler zamanında bu roman için “küçük bir felaketin içindeki büyük felsefe” tanımı yapmış.

Tek bir günde geçen hikâye, varoluşçuluk ve absürdist estetiğin mükemmel bir kesişim noktası olmuş. Jonathan’ın güvercinle karşılaşması, Sartre’ın Bulantı’sındaki tedirginlik ve Camus’nun Yabancı’sındaki duygusuz aydınlanmayla kesinlikle akraba.

Eğer Jonathan Noel bugün yaşasaydı… Kim olurdu? Kime benzerdi? Sadece Paris’te yaşayan sessiz bir banka görevlisi mi? Yoksa dünyanın farklı şehirlerinde, plaza katlarında yaşayan milyonlarca beyaz yakalıdan biri mi?

Ya da kendi ‘güvenli’ hayatını korumak için her gün aynı şeyleri yapan, 80’lerdeki gibi gazete okumak yerine TV ya da telefon ekranına bakan milyonlarca insandan biri mi olurdu Jonathan?

Günümüzün Jonathanları biziz: Büyük olaylar karşısında “bir şey yapamamanın” ağırlığıyla sessizleştikçe sessizleşen.

Konuşmanın işe yaramadığı, tepkilerin gereksiz olduğu fikri yaygın aramızda. Oysa bal gibi biliyoruz ki bu sessizlik, tıpkı Jonathan’ın düzeni gibi bir savunma değil bir kopuş biçimi.

Süskind’in romanında güvercin, bu sessizliğin ortasına düşen küçük bir sarsıntı. Bugünün dünyasında o güvercin; bir haber görüntüsü, bir tweet, bir video da ağlayan bir çocuk sesi, bir yıkım fotoğrafı olabilir ama değil!

Teknoloji çağının güvercinleri form değiştirmiş olmalı: Konfor alanından çıkmak gibi mesela… Ya da internet bağlantısının kesilmesi…

Çoğu zaman dünyayı yerinden sarsacak büyük olayların yansımalarına bakıp geçiyoruz. Olaylar büyüdükçe tepkisizliğimiz de büyüyor. Dayanabilmek için hissizleşmeye gayret ediyoruz. Duyguların bastırılması gereken bir çağın insanıyız ne yazık ki. Sosyal medyada maruz kaldığımız abuk subuk onca paylaşımın nedenlerinden biri de bu olabilir…

Jonathan rutinleriyle “varmış” gibi var olmaya çalışan bir karakterse, o zaman biz neyiz? Tevfik Turan çevirisiyle Can Yayınları’nın okurla buluşturduğu Güvercin, tüm bunlar üzerine düşünmek için doğru bir kitap. Çünkü hâlâ Jonathan gibi ‘varmış’ gibi var olmaya çalışıyor, rutinlerimizi oturtup, bir ev alma hayali üzerine yaşamlar inşa ediyoruz.

Elbette Süskind’in Güvercin’i yalnızlık üzerine yazılmış en sade ama en derin metinlerden de biri. Savaş, aşk ya da toplumsal kaos........

© Bianet