menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Bildiğimiz hâlde susmak: Bilgi neden güç olmaktan çıktı?

16 0
02.08.2025

Bir zamanlar insanlığın pusulası, kurtarıcısı sayılan bilgi, bugün neden bu kadar etkisiz? Şimdi elimizin altında sınırsız bilgi var ama nedense daha güçlü hissetmiyoruz. Daha çok susuyor, pek az sorguluyoruz. “Bilgi artık güç değil” dediğimde, içimde bir şey kıyıldı; çünkü Francis Bacon'ın modern zamanlara kılavuzluk eden sözünün artık cari olmadığını görmek, güvensizliğimi derinleştiriyor. Öğrenmenin, araştırmanın, anlamanın kurtarıcılığına, bilginin güç olduğuna inandık. Ama artık bilerek, bilmenin yükünü eyleme tercüme ederek hafifletmenin zorlaştığı, anlamsızlaştığı bir dönemdeyiz. Buna dair -şu anda benim çabam da dâhil- yapılanların beyhude olduğunu da görüyoruz. Bu yazı, söz konusu ‘beyhudelik’ten beslenen suskunlukla hakikat arasındaki kırılgan boşluğu anlamaya çalışıyor.

Orman yangınlarının yalnızca hava sıcaklığıyla açıklanamayacağını, bu yangınların gerisinde 1980’lerden bu yana uygulanan neoliberal ekonomi-politikalarının, yani doğayı sermayeye teslim eden aklın yattığını biliyoruz. Kamu politikalarında “iklim krizi” kavramının adının dahi geçmediğini de. Zeytinliklerin, ormanların, kıyıların, meraların bir bir “kamu yararı” kisvesiyle madene, inşaata, enerjiye kurban edilmesini de biliyoruz. Olup bitenleri, yani gerçekleri ve nedenlerini alternatif mecralarda kamusallaştırabilecek ölçüde biliyoruz.

Ama bu bilgi, en amiyane tabirle, ne işe yarıyor? Bizi ne koruyabiliyor, ne harekete geçirebiliyor ne de yeni bir hayatın mihenk taşına ya da referansına dönüşebiliyor. Çünkü bilgi, artık eyleme içkin değil yani yaşamı dönüştürücü işlevinden uzak. Bu da onu politiklikten, kamusallıktan arındırıp salt entelektüel ve/ya akademik bir “ürün”e dönüştürüyor. Böylece anlam(ın)dan soyulmuş, çıplaklaştırılmış hale getiriliyor; tez zamanda sermaye ve hizmetçisi iktidarlarca -siz reklam ve propaganda diye de okuyabilirsiniz- formatlanarak maskelenip makyajlanarak ambalajlanıp doğanın ve kitlelerin prangasına dönüştürülüyor.

“Bilgi”yi referans alarak yaşıyoruz. Peki bugün nasıl biliyoruz? Bildiğimiz şeyi nasıl bildiğimizin ayırdında mıyız? Hayat, orada değil, biz hayatın içindeyiz. Gerçek, çıplak. Bilgi, gerçeğin üzerindeki örtüler. Hakikat, o örtülerin ayıklanmasıyla, örtülerin üzerindeki varlığa uygunluğunda açığa çıkan bir değer. Bu nedenle hakikat işçilik ister. Bilgi işçileri, hakikati açığa çıkarmayı misyon edinmiş kişiler, bugün, o kadar örtü ile mücadele etme gücüne sahip değiller. Hakikatimsilik (Post-truth) çağı dediğimiz olgunun temelinde çıplak gerçekliğe elimize ne gelirse işlemden geçirmeksizin bir örtü olarak atıvermemiz yatmakta. Bugün ‘kral çıplak’ dese bir çocuk, sesi uğultuda kayboluyor. İçi ne kadar boşalırsa sözlerin tıpkı boş teneke metaforunda olduğu gibi duyulması da o kadar artmakta. Hakikati açığa çıkarıcı çabalar da frenkansı gittikçe yükselen bu gürültünün değirmenine tıpkı bir anlamda bu yazının yaptığı gibi su taşıyor.

Bir zamanlar, bilgiye dayanan entelektüel otoriteydi, söylediklerinin ya da yaptıklarının dönüştürücülüğünden söz edilebiliyordu. Aydınlar, düşünürler, şairler, filozoflardı hakikatin taşıyıcıları. Örneğin 1950’lerde Albert Einstein, Jean-Paul Sartre gibi isimler, yalnızca bilimsel ya da felsefi üretimleriyle değil, nükleer silahlanmaya ve sömürgeciliğe karşı aldıkları net tutumlarla da toplumsal vicdanın sesi olabildiler. Entelektüel, yalnızca bilen değil; bildiğiyle risk alan, konuşan ve sorumluluk taşıyandı. Hakikatin bedeli varsa, bu bedeli ödemeye hazır olmaktı, bunu göze almaktı. Bugün ise ne entelektüel riskin, ne de kamusal cesaretin o tarihsel sürekliliğini görebiliyoruz. Gösterenler olsa bile hayata dokunma gücünü çoktan kaybetti.

1955 yılında Albert Einstein, Niels Bohr, Bertrand Russell ile çok sayıda ismin birlikte yayımladığı Russell–Einstein Manifestosu olarak da bilinen Franck Bildirisi’inde nükleer savaş tehdidi karşısında insanlığın varoluşsal bir karar vermesi gerektiğini ilan ediyordu. Bu çağrı, bilim insanının yalnızca araştıran değil, aynı zamanda etik bir sorumluluk taşıyan bir figür olması gerektiğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Bilgiyi yalnızca birikim olarak değil, politik bir yükümlülük olarak gören Einstein, hakikatin bilimsel gücünü yaşadığı çağın politik gerçekliğiyle buluşturma cesaretini göstermişti.

Jean-Paul Sartre ise, 1945’te yayımlamaya başladığı Les Temps Modernes dergisi etrafında geliştirdiği entelektüel müdahale fikrini, özellikle Cezayir Bağımsızlık Savaşı sırasında aldığı sömürge karşıtı tutumla somutlaştırmıştı. Ona göre aydın, dışarıdan gözlemleyen değil, tarihin içine dahil olan bir öznedir. Kendi sınıfsal konumunu eleştirebilen ve hakikat uğruna iktidara karşı söz alabilen bir öznedir. Sartre, konfor alanını terk ederek etik ve politik risk alabileceğini gösterdiğinde, entelektüel cesaretin yalnızca teorik değil, somut politik etkiler yaratabileceğini de kanıtlamıştı.

Bu etik-politik sorumluluğun izleri Türkiye’de de kimi zaman belirginleşti. 1995’te Yaşar Kemal’in öncülük ettiği “Düşünceye Özgürlük” kampanyası, ifade özgürlüğünün bastırıldığı bir dönemde 1080 aydını bir araya getirmişti. Bu çağrı, entelektüelin yalnızca fikir üretmekle değil, fikrinin arkasında durmakla da yükümlü olduğunu, susmanın da bir tür suç ortaklığına dönüşebileceğini hatırlatıyordu. Herkesin sustuğu, otosansürün bir iç refleks hâline geldiği bir iklimde konuşmayı seçmek, o günün Türkiye’sinde gerçek bir cesaret işiydi. Bu cesaret büyüdü ve kitleselleşti: 80 bin kişinin kendini ihbar ettiği bir sivil itaatsizlik eylemine dönüştü.

Bugün bunlara benzer pek az örneğe rastlıyoruz. Gazze için hareket eden önce Madleen sonra Hanzala gemileri, çeteleşmiş devlet kırımına ve ister açık ister örtük biçimde bu kırımı destekleyen hükümetlere karşı halkların sesi oldu. Bilmek, sorumluluk. Örneğin Julian Assange, 2010 yılında sızdırdığı Wikileaks belgeleri ile ABD’nin Irak ve Afganistan savaşlarındaki sistematik ihlallerini ifşa ettiğinde, modern zamanların en büyük politik skandallarından biri yaşanmıştı. Ancak Assange’ın açığa çıkardığı hakikat, Sartre’ın sözünü ettiği dönüştürücü etkiden yoksun kaldı. Ne dünya durdu, ne devletler hesap verdi, ne de savaş suçu işleyen dönemin ABD Cumhuriyetçi başkanı G. W. Bush ile Birleşik Krallık İşçi başbakanı ve İşçi Partisi genel başkanı Tony Blair yargılandı. Üstelik Assange, yıllardır özgürlüğünden mahrum, ağır bir izolasyon içinde tutuldu. Russell-Sartre halk mahkemesinden esinlenilerek İlerici Enternasyonel tarafından 2021’de Londra’da kurulan Belmarsh Mahkemesi’nin Teröre Karşı Savaş'ı yargıladığını, ABD hükümetini savaş suçlarından sorumlu tuttuğunu bugün kaç kişi biliyor? Ya da sormak gerek: Bugün, Assange’ın dünyaya tuttuğu aynanın ne kadarı kamusal bir vicdan yarattı? Bu durumun bir başka yüzü daha var: Bilgi hâlâ güç, ancak iktidarların onu nötralize ederek etkisizleştirme yol ve araçları daha güçlü. Assange'ın “gazetecilik suç değildir” ilkesi ile kamu yararını gözeterek yaptıkları karşısında gördüğü hukuksuzluk, bilginin, hakikatin ne denli güçlü ve yerleşik düzen için tehlikeli olduğunun da kanıtıdır. Foucault'nun dediği gibi bilgi ve iktidar iç içe geçmiştir. Bugünse algoritmalar, bu ilişkiyi sermayenin tekeline almış durumda. Dijital çağda bilginin 'güç' olma potansiyeli, onu kontrol eden tekno-feodallerin ekonomik çıkarları nedeniyle eriyor.

İşte tam da bu yüzden, entelektüelleri yalnızca susmakla, söz almamakla, inisiyatif almamakla itham etmek çoğu zaman kolaycılıktır. Aristoteles’in dediği gibi: “Cesaret, nelerden korkulacağını bilmektir.” Ve evet, politik alanın sermaye, medya ve hukuk eliyle asimetrik biçimde gasp edildiği bir çağda susmak, her zaman korkaklık değildir; bazen çaresizliktir, bazen yaşamı korumanın bir yolu çoğu zamansa cesarettir çünkü zordur susabilmek, zamanını beklemek. Ancak bu “çaresizlik” durumunun geçici olduğunu bilelim; o nedenle bu suskunluk, entelektüel pozisyonu terk etmenin değil, ona yeni yollar aramanın kendisidir. Çünkü her şey akar.

Yeniden sorumuza dönelim: Bugün nasıl öğreniyoruz? Yaşamamızın kaidesine dönüştürdüğümüz bilgilerin üretim, dolaşım ve servis edilme süreçleri ile bu süreçlerdeki aktörler kimler? Bugün gündemi algoritmalardan öğrenen bir zihin var. Bu zihin, anahtar takımında yalnızca çekiç olan kişi gibi her şeyi çivi görmek eğiliminde. Önüne konan sorunları yine ekranına servis edilen “çözüm”lerle çözebileceğine inanıp ve/ya inandırılıp hayata bu şekilde bakan Byung-Chul Han’ın Homo Digitalis kavramını gerçekleyen Homo Videos. Bu İzler İnsan, kendini köleleştiren düzenin yürütücüsüne dönüşüyor çünkü rızası imal ediliyor hem de her an yeniden.

Sorunlarımız hem politik hem ekolojik hem de toplumsal ve bireysel anlamda derinleşiyor. Deyim yerindeyse yapısallaşıyor. Nereye bakarsak bakalım dertlerimiz büyük; bu nedenle otoriter “güçlü lider” pandemisi yaşıyoruz Rusya’dan Arjantin’e, ABD’den İtalya’ya… Çünkü dert büyüdükçe, çözüm metafizikleşir. Sihirli formüller, kolay kurtuluşlar, teknolojik tanrılar devreye girer. Tüm sorunlarımızı tek bir sistemle, tek bir yazılımla, tek bir yanıtla çözebileceğimizi sanırız. Bu sanımız, istismarımızın da önünü açar. Ama çözüm, bir hayatın yeniden filizlenmesinde yatar. Ve hayat, yalnızca bilgiyle değil; anlamla, deneyimle, cesaretle ve ilişkilerle yeniden kurulur.

Bu yüzden bu yazı bir açıklama ya da yanıtlama değil, bir sorulama yazısıdır. Sormak için yazılmıştır. Çünkü sormanın hâlâ rahatsız edici, düşünmeye davet edici işlevi var. Belki de, tam da bu yüzden, bu yazı için sorulama eylemi için bir çağrı denebilir.

Nasıl oldu da bilgi, artık güç olmaktan çıktı? Nasıl oldu da bu kadar çok şey biliyorken, bu kadar az şey yapar hale geldik? Bir ülkenin ormanları yanarken, zeytinlikleri kesilirken, suları kururken, yaşamımızın yarını tehdit altındayken hâlâ neden susuyoruz? Olup bitenler tam da önümüzde olurken ve tanık olduğumuz olaylar kurgu ya da eglence nesneleri değilken neden neden hepimiz başımızı öbür yana çeviriyoruz?

Ve bugün belki en devrimci şey, yeniden sormaktır hem de bıkmadan:

Söz nedir?

“Önce söz vardı”da dile gelen anlam, dünyayı yeniden kurabilir mi, yaşam yeniden yaşamaya başlayabilir mi?

Bilgi nedir?

Eyleme dönüşmeyen bilginin toplumsal bir değerinden söz edebilir miyiz?

Sorumluluk nedir?

Bildiğimiz halde taşımadığımız her hakikat, bizi kim karşısında sorumlu kılar?

Ve nihayet:

Hayat nasıl yeniden kurulur?

Belki de bu sorunun yanıtı, ne teknolojidedir ne de ideolojilerde. Belki de yanıtı, göz göze bakabildiğimiz her yerdedir: ilişkilerde, ortak acılarda, doğayla kurduğumuz derin bağda, hakikate çıplak gözle bakma cesaretinde.

Çünkü bilgi artık güç değil, evet. Ama hakikate yönelen bakış, hâlâ eylemi başlatan yegane güç. Bu nedenle belki değil kesinlikle olanaklıdır: Hakikatimsilik çağında hakikati açığa çıkarmak, çıkarmakla kalmayıp bunu toplumsallaştıracak yolları ve araçları yaratmak. Bu olanak, temelini yaşama iradesinden alır çünkü irade yaşama içkindir; bu nedenle iyimserdir. Aklın kötümserliğine karşı iradenin iyimserliğine bakışımızı yönelten A. Gramsci'ye övgü!

(MB/AB)

Ülkemizde 100 yıllık bir Kürt sorunu var. 100 yıllık kanlı bir tarih!

Ülkemizin toplumsal ve bölgesel durumu, bize bir çözüm dayatıyor. Ortadoğu’da zaman zaman çoğalan yangınların alevleri yüzümüzü yalıyor. Yalnızca bu sorunlu gerçekler yüzünden değil, asıl olarak insan hakları ve eşit yurttaşlık hukuku gereğince bir çözüme varılmalı.

Kürt sorunun çözümü, madalyonun arka yüzü olarak Türk sorununun da çözümü ve Türk’ün de özgürleşmesidir.

Ufukta bir kez daha kara göründü. 2013-2015 yılları arasında siluet halinde gözüken karaya geminin dümeni çevrilemedi. O halde bari bugün karaya ayak basılabilsin. Yoksa okyanusun dalgaları arasında boğulup kalacağız.

Bu metaforik cümlelerin çözüm gerçeğinin inşasına dönüşmesini umuyor ve muhalefete büyük görevler düştüğünün altını çiziyorum.

Ekim 2024'te MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan, Abdullah Öcalan’ın mektubu ile PKK’nin feshi ve ilk adım olarak bir grup PKK’lının silah bırakması ile devam eden süreç, TBMM’de bir komisyon kurulması noktasına geldi. Elbette bu süreci Erdoğan iktidarının onaylaması ise, büyük bir faktördür.

Böylesine büyük toplumsal ve tarihsel sorunların çözümünde hemen her zaman büyük zorluklar yaşanır. Çünkü böylesi toplumsal sorunların yapısallığı, siyasi öznelerin ve çeşitli toplum kesimlerinin mutlaka soruna dair önsel olarak birbirine zıt, birbirini mas eden görüşler taşımasını içinde barındırır.

Çözümden kimin neyi anladığı, çözüme taraf ve karşı olanların gerekçeleri hep tartışma konusu olacak.

İktidar, MHP ve CHP süreci “Terörsüz Türkiye”, DEM Parti ise "Barış ve Demokratik Toplum" süreci olarak nitelendiriyor. Kimi muhalifler ise buna “İhanet Süreci” diyor.

Bu nitelendirmeler aslında sürece dair politik duruşları ifade ediyor.

Sürece katkı koymak istiyoruz........

© Bianet