menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Barış ve engelliler

14 6
05.07.2025

28 Haziran 2025 günü, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin ev sahipliğinde ve DEM Parti Engelliler Komisyonu'nun organizasyonuyla "Engelliler İçin Barış ve Demokratik Toplum Arayışı" başlıklı bir konferans düzenlendi.

Türkiye'nin yirmi farklı ilinden yaklaşık altı yüz kişinin katıldığı bu buluşmada, engellilerin ve ailelerinin yanı sıra farklı hak alanlarından örgütler ve aktivistler de yer aldı. Ülkede daha önce bu kapsamda bir engellilik zirvesi yapıldığını duymadım.

Körüz Biz Derneği olarak İstanbul’dan da biz katıldık. Yapılan konuşmalar ve tartışmaların niteliği beni çok şaşırttı. Neden şaşırdığımı da hemen söylemeliyim: Biz engelliler hayal kırıklığına uğramaya alışkınızdır. Engellilik dışındaki herhangi bir hak alanında destansı mücadeleler verenler konu engellilik olunca çoğu kez çok rahat bir şekilde sağlamcılık yapabilirler. Ayrıca "dil kullanımı" benim özel uzmanlık alanım olduğundan sağlamcı bir söylem gelir diye tetikteydim açıkçası. Ancak pek bir şey bulamadım.

Tabii benim de bu denli olumsuz beklenti içinde olmamın sebepleri var. Herhangi bir yetkiliye mükemmelen derdimi anlattığım ve onun da gayet iyi anladığını düşündüğüm bir anda, "kör" sözcüğünü duyunca "estağfurullah" diyen, "erişilebilirlik sorunu var" dediğimde "evet internet çok yavaş" diye cevap veren, "sağlamcılık" kelimesini duyunca "garantici olmak iyidir aslında" diye yorum yapan o kadar çok kişiyle karşılaştım ki...

"Sağlamcılık" demişken; baştan sona tüm konuşmacılar, millet vekilleri, belediye başkanları bu kavramı gayet rahat, yerli yerinde, hakkını vererek kullanıyor ve burguluyordu. Açıkçası sivil toplum aktörleri dışında herhangi bir politikacının veya belediye başkanının ağzından "sağlamcılık" kavramını hiç duymamıştım. Konuşmasında Foucault'dan örnek veren, engelliliği fiziksel ve toplumsal bariyerlerin bir sonucu olarak tanımlayan, biyoiktidarı ve normal kavramını sorgulayan, ve bu arada da "engelli kardeşlerimiz" gibi bir söyleme hiç düşmeyen politikacıların veya belediye başkanlarının varlığından bugüne kadar haberdar olmamış olmak da benim bilgisizliğim olsun.

Gelelim "barış" ve "engellilik" konusuna. Altı çizilerek vurgulanan bir nokta vardı ki o da "toplumun tüm kesimleri için eşitlik olmayacaksa gerçek bir barıştan söz edemeyeceğimiz" hakikatiydi. Engellilerin sokaklarda rahat dolaşamadığı, eğitime, sağlığa, istihdama, kültüre, sanata erişemediği bir yerde demokratik bir toplumdan da söz edemeyiz. Bu anlamda erişilebilirlik sorunlarının ve sağlamcılığın birer yan mesele değil tam da konunun özü olduğu net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Barış'ın sadece bir çatışmasızlık hali değil tüm kesimler için eşit yurttaşlık temelinde ortak ve birlikte bir yaşam biçimi olarak tanımlanması çok önemliydi. Biz engelliler en temel haklarımıza ulaşamadığımızda, dışarıda bırakıldığımız her yaşantıda, ötekileştirildiğimiz her anda bize karşı bir savaş hali var demektir. Ve yine gerçek bir barıştan söz edeceksek bu ayrımcılığın tamamen son bulması gerekiyor.

Burada en az bu durumu ortaya koymak kadar hayati olan bir başka şey daha var: kimse engelliler adına ve engelliler için bunu yapmayacak! Engelliler barış inşasının doğrudan öznesidir. Barış ve demokratik bir toplum için tüm kesimlerle birlikte bir hak öznesi olarak masada olmalıdır.

Kimsenin bizden bahsederken üstten üstten konuşmadığı, lafı dolandırmadığı, eşitlikçi bir toplum için omuz omuza, hemzemin bir alanda ortak mücadele çağrısı beni çok heyecanlandırdı. Öncelikle engellilerin bir hak öznesi olarak barışın doğrudan tarafı olduğu gerçeği, sonra da sağlamcılık sorununun ikincil bir mesele olmayıp sağlamcılık karşıtı mücadelenin barışın inşasında "olmazsa olmaz" bir odak olduğu kesin bir biçimde ortaya kondu.

Fikirsel olarak bu kadar iyi temellendirilmiş, bu kadar iyi bağlamına oturtulmuş, manifesto niteliğindeki sözlerin ardından elbette akla, "Peki ya uygulama?" sorusu geliyor. Burada; henüz yapılamamış olanlarla ilgili öz eleştiriler verilirken, yapılanlarla ilgili söylenenler de dikkate değerdi. Türkiye'de ilk kez olmak üzere Diyarbakır Büyük şehir Belediyesi'nde bir işaret dili çevirmeni kadrolu olarak istihdam edilmiş. Yine belediye bünyesinde bir "engellilik dairesi" kurulduğu, başka belediyelerde de bu uygulamanın başlatıldığı ancak kayyım nedeniyle işlevselliğini yitirdiği bilgisini aldım. Belediye eş başkanlarından birinin şu sözleri, baştaki fikirsel duruşun eylemde de bir karşılığı olduğunu gösterdi bana: "Hala içme suyu olmayan köyler var, ancak biz bir yandan oralara su götürürken bir yandan da yollara kılavuz çizgi yapma işini birlikte götürüyoruz, çünkü erişilebilirliğin de hayati olduğunu düşünüyoruz. Bunu yasalar/yönetmelikler öyle gerektirdiği için de yapmıyoruz, zaten yapmamız gerektiği için yapıyoruz."

Farklı görüşlerin ileri sürüldüğü tartışma konuları arasında, "tam bir eşitlik sağlanana kadar pozitif ayrımcılık yapılmalı mı" ve "engelli kotası uygulaması olmalı mı" gibi konular vardı. Engellilere özel ayrı çalışma alanları kurgulandığı ve bunun da izolasyona yol açtığı gerekçesiyle Rojava örneği eleştirildi.

Bu konferanstan aklımda kalan çok can alıcı bir soru vardı:

"Barış olunca benim hayatımda ne değişecek?"

Biz engelliler bu soruyu sormalı, cevabını bulmalı ve o cevabı bizzat var etmeliyiz. Ben kendimi bu çağrıya yanıt veren değil çağrının da barışın da doğrudan tarafı olarak görüyorum. Bu yazıyla bu çağrıyı çoğaltmak istedim. Daha çok örgütlenmeli, haklarımızı daha güçlü dayatmalıyız.

Barış'ın davetlisi değil kurucusu olmak için; birlikte, yan yana, dayanışmayla...

(MS/HA)

Haber moda dünyasını adeta çalkalamıştı: Gezegenin ticaret devlerinden Adidas’ın yeni Co-Ceo’su bir zamanlar mevzubahis şirkette konfeksiyon tezgâhında çalışmış bir işçiydi. Aynı zamanda sendika başkanı da olan “Vay Ya Nak Phoan” beynelmilel şirketin Sosyal ve Çevresel Sorumluluklar Stratejisti ilan edilmişti.

“İmkânsız Hiçbir Şeydir”( Impossible is nothing) sloganını gururla taşımakta olan Adidas’ın Berlin Moda Haftası sırasındaki alternatif etkinliği tam da bu imkânsızı bir kez daha alt etmiş olmanın haklı gururuyla taçlanıyordu.

Malum haftanın ilk akşamında organizasyon tıkır tıkır işledi; gene Adidas’ın favorilerinden “Oyuna sahip ol”, “Hakikate sahip ol” şeklinde etkinliğe uyarlandı ve sansasyonel lansman büyük bir heyecan içinde başladı.

“Giygerçeği Tavırları” (Realitywear attitude) başlığı altında takdim edilen iddialı koleksiyon fazlasıyla provoke ediciydi. Kreasyonların çoğu sanki eski Adidas ürünlerden ileri dönüşüme tabi tutulmuş, fakat estetik kaygılarla tekrar eskitilmiş, kirletilmiş, hatta parçalanmış kumaşlardan oluşuyor ve çevreci mesajın “Allah’ını” veriyordu. Defilenin sunucusu da Neoliberal Kapitalizme giydirdikçe giydiriyor, emekçilerin haklarından, giyim sektörünün çevreye verdiği ağır zararlardan bahsettikçe şirketin imajı sanki aksine aklanıyordu.

Aslında mankenlerin hali de pek hal değildi ya, neyse… Kiminin kafasında kocaman bir bandaj, kiminin yanağında deri dağlanarak oluşturulmuş Adidas logosu, kiminin üzerinde tuvalet iznine çıkamamış hamile işçinin sidikli eşofmanı…

“Hm… aslında çok beğendim!”

Defileden daha çok şiddetli, hatta öfkeli bir performansı andıran tanıtım sona erdiğinde mikrofon uzatılmış bazı seyirci gençler neye uğradıklarına şaşırmış gibi duruyorlardı.

Damardan bir mesaj yağmuruna tabi tutuldukları muhakkaktı ama kaçta kaçını anladıkları meçhuldü. Biraz hürmetten, biraz eziklikten dolayı “Hm… aslında çok beğendim!” deseler de, en azından tüketici olarak onlara atılan ağır topla istikbalde epey oynamaları gerekeceğini zamanla anlar gibi görünüyorlardı.

Lansmanda ön plana çıkarılan ve altı çizilenlerin arasında, işçi maaşlarının düşüklüğü, çalışma şartlarının ağırlığı, örgütlenme eksikliği, iş sakatlanmaları ve iş cinayetleri sayılabilir.

Adidas’ın Covid 19 krizi sırasında yaşananlardan dolayı Kamboçya’daki çalışanlarına büyük borcunu halen ödememiş olduğunu öğrenmiş de bulunduk aslında.

Neyse, meşhur markanın bu cesur açılımı ve itiraflar silsilesi bir günah çıkarma seansı gibi gündemin ortasına düşmüştü. Defiledeki söylem ve sloganlar, devrim ateşinin moda dünyasında içten yandığına mı işaret ediyordu?

Lakin Adidas gezegeni en çok kirleten endüstrilerden giyim sanayiyle bağlarını bilinen bağlamda zayıflatıp artık Temiz Giysi Kampanyası’na da katkıda bulunmayacak mıydı?

Tanıtım kampanyası muvaffak olmuş, defile amacına ulaşmıştı; medya zokayı zaten çoktan yutmuştu, derken…

Kültürel........

© Bianet