GDO’lar ile geleceğin tarımı
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO), yani genetiği değiştirilmiş organizma… Bu kavramı büyük ihtimalle hepimiz en az bir kez duymuşuzdur. Kimimiz haberlerde rastladık, kimimiz etraftan işittik. Bu kelime çoğu zaman beraberinde olumsuz düşünceler getiriyor: katkı maddeleriyle dolu gıdalar, hormonlar, yapaylık… Oysa GDO’larla ilgili yaygın inanışlar ile bilimsel veriler arasında ciddi bir fark var. Bu organizmalar, sadece risklerle değil, aynı zamanda çözümlerle de varlar. Gıda kıtlığına karşı umut olabiliyor, tarımda verimliliği artırıyor ve iklim değişikliğine karşı daha dayanıklı ürünler yetiştirmemize yardımcı oluyor. Dolayısıyla GDO'lar hakkında doğru ve güncel bilgi sahibi olmak, ne yediğimizi anlamak kadar gelecekte nasıl besleneceğimizi şekillendirmek açısından da çok önemli.
Genel bir tanımlama yapmak gerekirse, biyoteknoloji kullanılarak genetik yapısı değiştirilen organizmalara GDO deniliyor. Bu müdahale genellikle bitkilere zararlılara karşı direnç, kuraklığa dayanıklılık veya besin değerini artırma gibi özellikler kazandırmak için yapılıyor. Aslında istenilen özelliklere sahip bitkiler doğal yollarla da elde edilebiliyor. Çiftçiler yüzyıllardır seçici yetiştirme yoluyla daha tatlı meyveler veya daha iri tohumlar elde etmeye çalışıyor mesela. Ancak, bu doğal süreç birçok kuşak boyunca tekrarlanması gereken uzun bir süreci gerektiriyor ve hangi genetik değişimin bu özelliği ortaya çıkardığı çoğu zaman bilinmiyor. Genetik modifikasyon ise bu süreci hızlandırarak doğrudan istenilen özelliği sağlayan değişikliği tanımlıyor ve bitkinin DNA’sına entegre ediyor. Bu sayede daha kontrollü, hızlı ve etkili bir biçimde yeni tarım ürünleri geliştirilebiliyor (Healthline, “Genetiği Değiştirilmiş Gıdaların Artıları ve Eksileri”).
GDO’ların en çok öne çıkan avantajlarından biri, tarımsal verimi arttırıcı güçleri. 2014 yılında yayımlanan kapsamlı bir çalışmaya göre, GDO’lu ürünler ortalama olarak " daha yüksek verim sağlarken, 7 daha az pestisit kullanımı ve çiftçi gelirinde h’e varan artış sağlıyor. (Klümper ve Qaim 2014). Bazı GDO’lar çevresel sürdürülebilirliğe katkı sunma amacıyla da tasarlanıyor. Örneğin, böceklere karşı dirençli mısır ve pamuk çeşitleri sayesinde sağlığa zararlı pestisit kullanımı azalıyor. Böylece, toprak ve su kaynakları daha az kirleniyor. Temiz su her insanın yaşamını sürdürmesi için bir zorunluluk. Su kaynaklarını korumaya yönelik atılan her adım, yapılan icatlar ve yeni bilimsel gelişmeler büyük önem taşıyor. Bu sebeple, GDO’ların bu yöndeki pozitif etkisi asla göz ardı edilmemeli!
GDO’ların beslenmeye yönelik katkıları, ekonomik kaynakları sınırlı insanlar için hayat kurtarıcı olabiliyor. Golden Rice (Altın pirinç) adı verilen genetiği değiştirilmiş bir pirinç türü, A vitamini eksikliğinden kaynaklanan körlük ve bağışıklık sorunlarını azaltma amacıyla geliştirildi. Her bir porsiyonu, çocukların günlük A vitamini ihtiyacının yaklaşık P’sini karşılayabiliyor (Potrykus, 2001). Bu, insan yaşam kalitesini değiştirebilecek düzeyde olan mükemmel bir icat! Benzer biçimde, kuraklık gibi stres koşullarına dayanıklı genetiği değiştirilmiş ürünler de iklim krizinin tarımsal üretim üzerindeki etkilerini azaltma potansiyeline sahip. Ayrıca GDO’lar, hasat sonrası bozulmayı geciktiren genetik özelliklerle üretilebiliyor. Genetiği değiştirilmiş domateslerde kullanılan ‘Flavr Savr’ teknolojisi, yumuşamayı yavaşlatarak taşıma ve depolama sırasında yaşanan kayıpları azaltıyor. Bu da özellikle soğuk saklamanın sınırlı olduğu bölgelerde gıda güvenliği açısından ciddi bir avantaj sağlıyor. Dünya nüfusunun 2050 yılına kadar 9.7 milyara ulaşması beklenirken, mevcut tarım alanlarının genişlemesi yerine daha verimli hale gelmesi gerekiyor çünkü tarım yapılabilen yerler sınırlı ve maalesef dünyamızı büyütmek gibi bir şansımız yok. GDO teknolojileri, sınırlı kaynaklarla daha fazla üretim yapılmasına olanak tanıyarak küresel açlıkla mücadelede stratejik bir araç olarak görülüyor (FAO, 2020).
Araştırmalar bazı GDO’lu bitkilerin ‘yenilebilir aşı’ taşıyıcısı olarak kullanılabileceğini gösteriyor. Örneğin, patates veya muz benzeri gıdalarda hepatit B gibi hastalıklara karşı bağışıklık sağlayabilecek proteinlerin üretilebildiği çalışmalar var. Bu, sağlık hizmetlerine erişimin zor olduğu bölgeler için bir devrim niteliğinde! CRISPR gibi yeni nesil gen düzenleme teknolojileriyle geliştirilen pirinç ve mısır türleri, verimliliği artırırken su ihtiyacını da azaltıyor (Chen ve ark. 2019). Bangladeş’te yaygın olarak yetiştirilen genetiği değiştirilmiş Bt patlıcanı, böceklere karşı doğal direnç taşıyarak pestisit ihtiyacını oranında azaltıyor, hem çiftçilerin sağlığını koruyor hem de ürün kaybını azaltıyor (Shelton ve ark., 2019). Bu tür uygulamaların, benzer iklim koşullarına sahip Türkiye gibi ülkelerde yerel çeşitler için model oluşturabileceği düşünülüyor. Gıda güvenliği açısından ise GDO’lar, ürünlerin raf ömrünü uzatma, besin değerini artırma ve hastalık taşıyan patojenleri azaltma etkisine sahip. Aynı zamanda, GDO’ların daha az yakıt kullanımına neden olması sayesinde tarımsal karbon ayak izini azalttığı da gösteriliyor. 2018 yılında yapılan bir analiz, biyoteknolojik tarım uygulamalarının sera gazı salınımını yılda yaklaşık 27 milyar kg azalttığını belirtiyor (Brookes & Barfoot, 2018).
GDO’lar, bilimsel olarak doğrudan toksik ya da kanserojen etkileri kanıtlanmamış olsa da (National Academies of Sciences, 2016), kamuoyunda hâlâ yoğun tartışma yaratmaya devam ediyor. Bunun nedeni, genetiği değiştirilmiş ürünlerin çevreye ve sağlığa yönelik uzun vadeli etkilerinin net olmaması. Özellikle tarımda GDO’larla birlikte yaygınlaşan glifosat gibi herbisitlerin etkileri, bilim dünyasında araştırma konusu. Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC), glifosatı “muhtemel kanserojen” olarak sınıflandırırken (U.S. Right to Know), bazı epidemiyolojik çalışmalar da yüksek düzeyde glifosat maruziyeti olan bireylerde non-Hodgkin lenfoma riskinin A’e kadar artabileceğini ortaya koyuyor (Zhang ve ark.). Ancak daha kapsamlı meta-analizler, bu artışın genelleştirilemeyeceğini, sadece bazı alt türlerde (örneğin diffuse large B‑cell lymphoma) küçük bir risk artışı olabileceğini vurguluyor (Donato ve ark., 2020).
Bu konuda hayvan deneyleri yapılmaya devam ediliyor. Örneğin 2025 yılında yayınlanan bir araştırma, hamilelik döneminden itibaren glifosata maruz kalan sıçanlarda hem iyi huylu hem kötü huylu tümör sıklığında artışlar gözlemlendiğini bildiriyor (Panzacchi ve ark., 2025).
Ayrıca diğer deneylerde, glifosatın nörodejeneratif bozukluklar ve anksiyete benzeri davranış değişiklikleri oluşturabileceği belirtiliyor. İnsan çalışmalarında ise glifosat ile metabolik hastalıklar arasında olası bağlantılar araştırılıyor. ABD merkezli NHANES verilerinin analizine göre, idrarında glifosat izine rastlanan bireylerde tip 2 diyabet ve kardiyovasküler hastalık riski belirtiler daha sık görülüyor. Bununla birlikte, bazı sistematik derlemeler ve resmi otoritelerin yaptığı risk değerlendirmeleri, glifosatın doğrudan kanserojen olduğuna dair yeterli kanıt bulunmadığını ancak yardımcı maddeler (örneğin surfaktanlar) nedeniyle emilim artışı ve potansiyel toksisite oluşabileceğini vurguluyor (EFSA, 2017). Yani, ne GDO’lar ne de glifosatlar için insan sağlığına karşı net bir negatif etkiden bahsedilemiyor aslında. Bunun nedeni farklı deneylerin farklı sonuçlar vermesi.
GDO’ların çevresel etkileri de tartışma konusu. Genetiği değiştirilmiş bitkilerin biyoçeşitliliği tehdit ettiği, tarımda tek tipleşmeye yol açtığı genel bir düşünce biçimi. Özellikle genetiği değiştirilmiş tohumların patentli olması, çiftçilerin her yıl yeni tohum almak zorunda kalması gibi uygulamalar, tarımın doğasından uzaklaştığı eleştirilerini beraberinde getiriyor ve küçük ölçekli çiftçiler için ekonomik bir baskı oluşturabiliyor. Farklı ülkeler bunun önüne geçebilmek amacıyla değişik politikalar izliyor. Türkiye Biyogüvenlik Kurulu'nun 2023 tarihli raporunda, GDO'lu yemlerin ithalatında kontrol mekanizmalarının arttırıldığı ve yerli tohum çeşitlerinin korunmasına yönelik çalışmalara ağırlık verildiği belirtiliyor (Biyogüvenlik Kurulu 2023).
GDO’lar ne şeytanlaştırılacak kadar zararlı, ne de tüm sorunlara çare olacak kadar kusursuz. Asıl mesele, bu teknolojinin nasıl ve ne amaçla kullanıldığı. Bilimsel verilerle desteklenmiş doğru bilgiye ulaşmak, riskleri ve faydaları objektif biçimde tartmak, her zamankinden daha büyük bir sorumluluk. Peki, bu güçlü aracı yönlendiren kim olacak? Bilim mi, endüstri mi, yoksa toplumun kendisi mi? Genetik mühendisliği; şeffaf etiketleme, etik ilkeler ve kamusal denetimle birleştiğinde, hem insan sağlığına hem de gezegenin geleceğine katkı sunabilecek bir potansiyele sahip. Körü körüne karşı çıkmak da, eleştirel bakıştan yoksun bir kabulleniş de bizi ileriye götürmez. Geleceğin tarımı, yalnızca teknolojiyle değil; bilinçle, etikle ve toplumsal katılımla mümkün olacak.
Healthline, “Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar: Artıları ve Eksileri”, Healthline Media, 9 Ocak 2024.
Potrykus, Ingo. “Altın Pirinç ve Ötesi” (Golden Rice and Beyond), Plant Physiology, cilt 125, no. 3, Mart 2001, ss. 1157–1161.
FAO. Dünya Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu 2020. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, 2020.
US Right to Know. "Glyphosate: Cancer, endocrine disruption and other health risks", 2025.
