menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

“Antalya Arkeoloji Müzesi yalnızca bir bina değil, kentin hafızası”

13 1
10.07.2025

Antalya’nın simge yapılarından biri olan ve Türkiye’de yarışma projesi ile yapılmış ilk müze binası olma özelliği taşıyan Antalya Arkeoloji Müzesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “depreme dayanıksız” olduğu gerekçesiyle yıkılmak isteniyor.

Kararın alınış biçimi, şeffaflıktan uzak ilerleyen süreç ve meslek örgütlerinin süreçten dışlanması ise tepkilere neden oldu.

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) başta olmak üzere, birçok meslek örgütü ve uzman, karara itiraz etti. Son olarak, müzenin yıkılmasına karşı “Müzemize Sahip Çıkıyoruz” sloganıyla 5 ve 7 Temmuz’da iki ayrı eylem düzenlendi.

Protestolar sayesinde müzenin, 7 Temmuz itibarıyla ziyaretçilere kapatılacağı söylense de müze, hâlâ ziyaretçilere açık.

TMMOB Antalya İl Şubesi Üyesi Derya Polat ile alınan yıkım kararını ve müzenin akıbetini konuştuk.

Antalya Arkeoloji Müzesi’nin yalnızca bir bina değil; kentin belleği, mimarlık tarihinin bir parçası ve kamusal kültür alanı olduğunu söyleyen Polat, “Süreç, başından beri kamuoyundan gizlenerek yürütüldü. Toplum, bir sabah bu yıkım kararını mimarların ve sivil toplumun çabasıyla öğrendi. Oysa böyle bir müdahale çok önceden ilân edilmeli, tüm kamuoyuyla tartışılmalıydı. İddia edilen yapı performans analizi varsa bile, bu analiz kamuoyuna sunulmadı,” dedi.

Müzenin yıkılmak istenmesine gerekçe olarak “depreme dayanıksız” olduğu iddiasının sunulmasını eleştiren Polat, açıklamasına şöyle devam etti:

“Binanın bina depreme dayanıksız çıkması bile yıkımı haklı kılmaz. Güçlendirme, ilk seçenek olmalıydı. Binanın kültürel ve mimari değeri göz önüne alındığında, güçlendirme maliyeti daha yüksek bile olsa bu yapı korunmalıydı. Depreme dayanıksızlık gerekçesi, çoğu zaman başka bir amacı gizlemek için kullanılır. Yani burada esas mesele deprem değil.

“Esas meseleye değinmek gerekirse, müzenin bulunduğu alan oteller bölgesine çok yakın ve oldukça değerli bir konumda. Yeni müze dahi yapılsa, kültürel kimliği olan bir kamusal alan değil; ticarileştirilmiş, içi boşaltılmış bir yapıya dönüşecektir. Bu ihtimali akla getiren bazı gelişmeler söz konusu. Bizler yok edilmek istenen her kültürel kimliğin karşısında durmaya devam edeceğiz.”

Polat, oda olarak yıkım kararına karşı yürüttükleri mücadeleyi ise şöyle anlattı:

“Oda olarak hem hukuki hem toplumsal düzlemde mücadele yürütüyoruz. Müze önünde başlatılan ‘Müzemize Sahip Çıkıyoruz’ çağrısıyla bir araya gelen çok sayıda meslek grubu temsilcisiyle bir çalışma grubu oluşturduk. Mimarlar, mühendisler, avukatlar ve gönüllülerden oluşan bu grup süreci ortaklaştırıyor.

“Hukuki açıdan ise Mimarlar Odası, müzenin korunması gereken Kültür Varlığı olarak tescil edilmemesine dair kararın iptali ve yürütmenin durdurulması talebiyle Kültür ve Turizm Bakanlığı’na karşı dava açtı.”

I. Dünya Savaşı’nın ardından, 1919 yılında İtalyanların Antalya’yı işgali sırasında açıkta bulunan eski eserlerin İtalyan Konsolosluğu’na taşınmak istenmesi üzerine Antalya Lisesi öğretmeni Süleyman Fikri Erten, 15 Ekim 1919’da Antalya Mutasarrıflığına başvurarak kendisini fahri Asar-ı Atika memuru olarak tayin ettirdi. Müze kurma çalışmaları bu tarihte başladı.

İlk olarak Antalya Merkez’deki eski eserler, Tekeli Mehmet Paşa Camii karşısındaki terk edilmiş Bayraktar Baba Türbesi’nde toplanarak geçici bir depo müze oluşturuldu. 1922 yılında bu eserler, mübadele sonrasında boş kalan Panaya Kilisesi’ne (Alâaddin Camii) taşındı ve burada ilk müze binası kuruldu. 1937 yılında müze, Yivli Minare Camii’ne; 1972 yılında ise hâlâ kullanılan modern binaya taşındı.

1988 yılında “Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Özel Ödülü”ne layık görüldü. 30 bin metrekarelik bir alana yayılan müzede kapalı sergi salonları, açık hava galerileri, çocuk bölümü, modern sanatlar sergi salonu, konferans salonu, kafeterya ve video gösterim alanı bulunuyor.

Müze koleksiyonu, Alt Paleolitik Çağ’dan Bizans dönemine kadar geniş bir zaman dilimini kapsıyor. Doğa Tarihi ve Prehistorya Koleksiyonu, bölge kazılarından elde edilen eserler, Roma dönemi çömlekleri, Perge kökenli mitolojik heykeller, lahitler, takılar, mozaikler, ikonalar, madeni ve cam eserler koleksiyonun öne çıkan parçaları. Özellikle Perge’de bulunan Roma dönemi heykeltıraşlık eserleri ve müze kurtarma kazılarından elde edilen ünik buluntularla Antalya Müzesi, dünyanın sayılı arkeoloji müzeleri arasında yer alıyor.

Kaynak: Kültür ve Turizm Bakanlığı

(GB/TY)

Afrika’nın ve ülkesi Senegal’in sömürgecilik sonrası dönemini işlediği filmleriyle ve kitaplarıyla tanınan; kıta sinemasında bir öncü olarak nitelenen Ousmane Sembéne’yle ilgili efsaneye dönüşmüş, baştan aşağı uydurma bir olay, onun tüm yaptıklarının önüne geçti neredeyse: Kraliçe II. Elizabeth’in ölümünden sonra sosyal medya mecralarında bir paylaşım dolaşıma sokuldu; güya “İngiliz Kraliyet Ailesi Onur Ödülü”ne layık görülen Sembéne, bunu reddetmekle kalmıyor ve kürsüye çıkarak “Onurlu doğan hiçbir insanın kraliçelerin vereceği ödüle ihtiyacı yoktur” diyor. Sosyal medyada hızla yayılan bu paylaşımın ardından, yönetmenin asistanı Clarence Delgado’ya ulaşan Teyit, böyle bir olay yaşanmadığını; adı geçen ödülün aslında hiç bulunmadığını açıkladı. Belli ki işgüzar birileri II. Elizabeth’i kötülemek ve Sembéne’yi övmek için böyle bir şey kurgulamıştı. Bu yalanı bir tarafa bırakıp yapıtlarına baktığımızda Sembéne’nin kim olduğunu, Senegal ve Afrika için yaptıklarını daha iyi anlayabiliriz.

Balıkçılıkla uğraşan bir ailenin evladı olarak 1923’te doğan Sembéne, 1947’de göçtüğü Fransa’da, hem Senegal’in hem de Afrika’nın durumuna dair hikâyeler anlatmaya koyuluyor. 1947’ye kadar ülkesinde kaleme aldığı kitapların, okuma-yazma oranının düşüklüğü nedeniyle istediği etkiyi yaratamaması üzerine “politik bir eylem” dediği sinemaya yöneliyor.

Kendisini entelektüel olarak görmeyen yazar ve yönetmen Sembéne, Senegal’de ve Afrika’da sömürgeciliğin açtığı yaraları ve özgürlük tutkusunu ortaya koyduğu filmleriyle ve kitaplarıyla tanınan bir hikâye anlatıcısı hâline geliyor. Fransızlaştırılan değil, özgür Senegal’i savunuyor. Diğer bir ifadeyle kolonyalizmden ve bağımsızlığa uzanan süreçte, yaşananlara ve tanıklığına dair hikâyelerle buluşturuyor bizi. Bunların özünde ise sosyal adalet, mülkiyet hakkı ve Senegal başta olmak üzere Afrika halklarının kaderini kendisinin tayin edebilmesi bulunuyor.

Sosyalist yönetmen ve yazar Sembéne, Ah Benim Ülkem Vah Benim Güzel Halkım’da bağımsızlığını 1960’ta kazanan Senegal’e sekiz yıllık bir aranın ardından beyaz eşiyle dönen Oumar Faye’nin hikâyesini anlatıyor. Faye aracılığıya 1960’lardaki bağımsızlık hamlelerinin ardından ortaya çıkan bocalamaları; gelenek-yenilik tartışmalarını, sömürgeciliğin ve ırkçılığın bıraktığı derin izleri romanlaştırıyor.

Faye, her ne kadar kurmaca bir karakter olsa da ayakları gerçekliğin toprağına basıyor. Bağımsızlık öncesi ve sonrası Senegal’deki sancılı ortamın tanığı ve anlatıcısına dönüşen bu adam, eşi Isabelle’le ülkesine döndükten sonra dedikoduların ortasında kalırken dokunulmazlara saldıran ve hem kıtada hem de ülkesinde o güne kadar kurulup işletilmiş düzene karşı çıkmasıyla Afrika’daki bağımsızlık ve sonrasında sivrilen halk kahramanlarını da andırıyor.

Faye’nin bir başka yönü, Afrika dışında geçirdiği zaman diliminde hayli tecrübe kazanması ve siyahların da beyazların da yumuşak karnını bilmesi: “Faye birçok açıdan beyazların düşünme biçimini, tepkilerini özümsemiş ama bir yandan da halkının mirasını kendi derinliklerinde korumuştu. Avrupa’da geçirdiği yıllar boyunca çok şey görmüş, çok şey öğrenmişti; içinde büyük çalkantılar yaşamış, hatta kendi ırkından kardeşlerini müsamaha göstermeden yargılama noktasına bile gelmişti: Onların yobazlıkları, herhangi bir toplumsal ilerlemeyi oyalıyor gibi görünen bâtıl inançları, çıkarcılıkları ve hatta bazılarının ‘beyaz karşıtlığına’ varan tepkilerinin çocuksuluğu.”

Faye,........

© Bianet