Kazimişi oxori (*)
(*) Kazım'ın evi
2002 , Yirmi yaşındayım, on altı yaşımda gittiğim okuldan mezun olmak üzereyim ama nasıl bir gençlik, toyluk …Başşehrin orta yerinde büyümemiş, hiç dünya görmemişçesine bir toyluk. Fazla steril hayatlarla çevrili bir hayat , burada nefes almak için olmadığı kadar kitap olmadığı kadar müzik..
Arkadaşımın yanına, çocukluğumun bir kısmının , en güzel günlerinin geçtiği Akyazı’ya arkadaşımın köyüne gidiyorum. Cömertçe yeşil, çiçekli, ağaçlar içinde bir Abhaz köyü. Başım dönüyor, sürekli başım dönüyor. Gurur, saygı ve iyilikten örülmüş bir çember. O ceug[1] senin bu festival benim geziyoruz. Mızıka[2] sesi, aşk hikayeleri, danslar...
Füruzan’ın söylediği gibi sevda dolu bir yaz. Bir şey hiç değişmiyor: dik, inatçı sesiyle bazılarını bizim de bildiğimiz şarkıları “haykıran”, bunu yaparken de hiç duymadığımız şekilde zenginleştiren o adam, Kazım Koyuncu. Yemekleri onun sesiyle hazırlıyoruz, akşam gezintilerine onunla çıkıyoruz, ilk aşk acısını onun şarkılarıyla çekiyoruz, her yanımızda ....
Zuğaşi Berepe ile yürüdüğü yoldan tanıyorum onu, bizim evde şarkıları çokça çalınırdı, daha çok ablamla babam dinlerdi zaten devrimci zaten Artvinli[3] denirdi ona.
Sonra Viya albümünü çıkardı ve benim gibi pek çok insanı büyüledi. Büyülenmemek elde miydi peki hele de ülkenin o halinde, müziğin geldiği o noktada? Sıradan hayatlarımıza dağların, dik yamaçların, sislerin, garmonun, Karadeniz’in karşı kıyısının, Kafkas heyecanının sesi gelmişti onunla.
Epey bir süre başka şarkılar dinleyemez olmuştum. Yamçılı öykülerle, garmon sesiyle büyümüştüm, bu muydu acaba beni ona bunca yaklaştıran diye düşündüm ama konserlerinde Kürt gençlerinin büyük bir coşkuyla horona durduklarını gördüğümde yanıldığımı anladım.
2004’te çıkardığı Hayde ile hayatımızın iyice bir parçası olmuştu.
Kazım Koyuncu ile ilgili bir internet sayfası yapılmıştı; heyecanlı forumlar, yazışmalar yapılıyordu o mecrada. Pek çok arkadaşım hatta dostum oldu buradan; hepimiz “Kazım Abi’nin müziğine meftunuz misal düğünlerde oynadığımız Narino nasıl böyle söylenir nasıl bu şekle getirilir diyoruz, bir şaşkınlık var üzerimizde, bu şarkılar bu kadar güzel miydi yahu, sayıklamalar...
Kendinizi bıraksanız dakikalarca ağlayacağınız içlilikte bir sesti onunkisi, dik bir sesti en az Artvin kadar; poyraz gibi sarsan ve sınırın ötesini, komşuyu hadi gel diye sofraya çağıran bir ses, ne demeli ki Kazım Abimizdi o bizim her şeyden önce. Her şeyden önce devrimciydi.
Kimse sözünü edemezken, etmezken belki de yakılan köyler ve öldürülen hayvanların hesabını soruyordu, yeni bir şeydi bu; bu yenilik yalnızca politik tutumunda, müziğinde değildi ki, onu o yapan şeydeydi, evrenselliğindeydi. Yoksa insan Hopa’nın küçük bir köyünden gelip milyonları nasıl böyle etkilerdi, bu kadar çok nasıl sevilirdi; hayatımızın kenarından geçmedi ki o , ta içine girdi. Muadillerinin bu sevginin yanından geçemeyişinin en büyük nedenlerinden biri buydu.
Kazım, coğrafyayla kavga etmedi, onunla dans etti. Dağlara küsmedi; onlara sesini bıraktı. Denize ağıt yakmadı; ona kardeş gibi sarıldı.
Bir gün öleceğini bilen birinin sakinliğiyle yürüdü hayatın içinde. Bu sakinlikte bile öfke vardı öte yandan: Betonla boğulan derelere, susturulan dillere, yok sayılan kimliklere, haramilerin el uzattığı fındığına, çayına[4], yaylalarına çökülen Karadeniz’e karşı bir öfke. Fakat bu öfke, bağıran bir öfke değil, derin derin yanan bir kor gibiydi.
Kazım Koyuncu’nun ardından kalan sadece şarkılar değil. Bir direniş biçimi, bir sevecenlik dili, bir inat kaldı. Onu unutmak kolay olurdu, eğer sadece bir sanatçı olsaydı. Ama Kazım, bir sesin taşıyıcısı değil, bizzat kendisi bir sesti. O sesi bir kez duyan, bir daha hiçbir sessizliğe aynı şekilde katlanamadı.
Ve şimdi, Karadeniz’in kıyısında bir çocuk elini göğe kaldırıp “Hayde!” diye bağırıyorsa, bil ki Kazım oradadır. Bir rüzgârda, bir notada, bir isyanda ya da yalnızca bir gülümsemenin kıyısında.
(ET/EMK)
[1] Çerkesce’de düğün.
[2] Mızıka, Güney Kafkas halklarında genellikle garmon olarak........
© Bianet
