Deprem İstanbul oyunu üzerine: Farkındalık mı, tüketim mi?
Bir öğleden sonra, sosyal medyada gezinirken önüme çıkan ‘Deprem İstanbul’ adlı bir mobil oyunun reklama takılıyorum. “İstanbul’da büyük bir depremin ardından başlayan bir yolculuk... Sevdiklerine ulaşması gereken biri var.” Aşağıda yıkıntılar arasında koşan ve bisiklet süren bir karakterin silüeti. Bir cümle daha: “Bu mobil oyun; empati, deprem farkındalığı ve umutla örülü bir hayatta kalma deneyimidir.”
Metin, duyguları o kadar hızlı ve sade bir biçimde paketliyor ki bu durum beni rahatsız ediyor. Ne var ki tam da bu rahatsızlık, oyunu indirme isteğimi tetikliyor. Ne demek istiyor bu oyun? Gerçekten bir “farkındalık” mı yaratacak, yoksa depremin estetikleştirilmiş bir versiyonunu mu pazarlayacak? Merakıma yenilip oyunu indiriyorum.
Oyunu açtığımda karşıma bir yasal uyarı çıkıyor. Uyarıda oyunun eğitici olmadığı, gerçek olaylarla ilgisi bulunmadığı ve psikolojik etkilerden geliştiricinin sorumlu olmadığı yazıyor. Bu yasal uyarıyla oyun, henüz başlamadan tüm sorumluluğu üzerinden atıyor. Artık tüm sorumluluk bana ait.
Oyun boyunca kararlar alıyorum. Marketi yağmalamak mı, yoksa çöpleri karıştırmak mı? Seçimlerimin karşılığında “onur puanı” kazanıyor ya da kaybediyorum. Bazı sahnelerde çocuklar ağlıyor, televizyonlar şiddet haberleri gösteriyor, her şey gri ve sisli. Tüm bu atmosfer, bir şey anlatmaktan çok bir etki yaratmak istiyor. Ama bir şey eksik: bağlam.
17 Ağustos Depremi? Hayır. Kentsel dönüşüm, yapı stoğu, devletin hazırlıksızlığı, yerel yönetimlerin sorumluluğu? Hiçbiri yok. Deprem, bu oyunda yalnızca bir arka plan. Görsel bir katman, bir içerik. Oyunun içinde ne kentsel belleğe ne toplumsal travmalara ne de deprem sonrası kolektif deneyime dair tek bir iz bulamıyorum.
Michel de Certeau, Gündelik Hayatın Keşfi adlı eserinde, modern kentte bireylerin merkezi planlamalara karşı geliştirdiği yaratıcı karşı-hamleleri “taktikler” olarak tanımlar. Stratejiler yukarıdan inen yapısal düzenlemelerdir, taktiklerse bu düzenlemelerin içinde yaşayan insanların hayatta kalmak, yön bulmak ve direnmek için geliştirdiği geçici, sezgisel ve yerel çözümlerdir. Deprem gibi bir afetten sonra insanlar, hayatta kalmak için bu tür taktiklerle var olur: yıkıntıların arasında güvenli bir köşe, yardımın ulaşmadığı mahallede kolektif yemek pişirme, devletin boş bıraktığı alanı örgütlü şekilde paylaşma… Bunlar, felaketin gündelik karşılığıdır. Deprem İstanbul’daysa gündelik hayatın hiçbir taktiği yok. Her şey bir karar ağacı ve ekrana basma ritmiyle ilerliyor.
Oyunun kent mekânı, belleksiz bir harita olarak sunuluyor. Bakırköy tabelası var ama Bakırköy’ün ne tarihi ne toprağı ne dokusu görünüyor. Sokaklar yalnızca görsel geçiş mekânları. Oyun mekânı, bir deneyimin altyapısı değil bir hikâye motorunun arka planı. Böylece oyuncunun mekâna müdahalesi ortadan kalkıyor. Geriye yalnızca ekran üzerinden tıklanan, yönlendirilen ve nihayetinde unutulan bir dekor kalıyor. Gerçek bir toplumsal travma bir mobil oyunun hızlıca tüketilen, geçici bir hikâyesine indirgeniyor.
Burada artık oyunun iddia ettiği farkındalıkla ne kastettiğini sormak gerekiyor. Girişteki yasal uyarı bir yandan oyunun bu vaadini çürütüyor, diğer yandan afetin temsilini bir tür ahlaki muafiyet bölgesine yerleştiriyor. Deprem gibi kolektif bir travmayı konu alan bir oyunun, bu travmanın tarihsel ve toplumsal katmanlarını görmezden gelmesi, yalnızca bağlamsızlık yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda oyuncunun bu travmayı anlamasını ya da onunla yüzleşmesini engelliyor.
Oyun, depremi bir “estetik deneyim” olarak sunarken, oyuncuyu gerçek dünyadaki sorumluluklardan ve sorgulamalardan uzak tutuyor. Bu, bir tür ideolojik manipülasyon: Afet, oyuncunun duygularını kısa bir süreliğine harekete geçiriyor, ancak bu hareket kalıcı bir farkındalığa ya da eyleme dönüşmüyor.
Peki, Deprem İstanbul’un iddia ettiği “farkındalık” nasıl farklı bir şekilde ele alınabilirdi? Gerçek bir farkındalık, afetin yalnızca duygusal etkilerine değil, onun toplumsal ve politik boyutlarına da odaklanırdı.
Örneğin, oyun, oyuncuyu 17 Ağustos Depremi’nin ya da 6 Şubat Depremleri’nin gerçek hikâyelerine bağlayabilirdi. Kentsel dönüşümün eksiklikleri, yapı denetiminin yetersizliği, dayanışmanın gücü ya da devletin afet sonrası müdahaledeki zaafları gibi konuları karar ağacına entegre edebilirdi.
Certeau’nun taktikleri burada da yol gösterici olurdu: Oyuncular, yalnızca bireysel hayatta kalma seçimleri yapmak yerine, mahallede bir dayanışma ağı kurabilir ya da yerel bir inisiyatifin parçası olabilirdi. Böyle bir oyun, depremin yalnızca yıkımını değil, aynı zamanda insanların bu yıkım karşısında geliştirdiği yaratıcı ve kolektif direnç mekanizmalarını da yansıtırdı.
Gerçek bir farkındalık oyuncuyu yalnızca hissetmeye değil, düşünmeye ve hatta harekete geçmeye teşvik ederdi. Mesela, oyun sonunda oyuncuya yerel deprem hazırlık inisiyatiflerine katılma çağrısı yapılabilir ya da afet bilinci üzerine kaynaklar sunulabilirdi. Deprem İstanbul ise bu fırsatı tamamen kaçırıyor, oyuncuyu bir duygusal döngüye hapsedip ardından onu kendi haline bırakıyor.
Beni bu oyunu indirmeye iten o huzursuzluk hissi, oyunu bitirdiğimde hâlâ oradaydı. Ama bu kez, daha somut bir soruyla birlikte: Temsilin sınırı nerede başlar? Oyunun sonunda, sevdiklerime ulaşıp ulaşmadığımın bir önemi kalmıyor çünkü oyun, beni ne İstanbul’un sokaklarına ne de depremin gerçekliğine yakınlaştırıyor. Geriye yalnızca bir ekran, birkaç tıklama ve geçip giden bir his kalıyor. Temsilin sınırı da belki tam burada başlıyor: Gerçek bir travmayı bir oyunun içine böyle hapsetmeye çalıştığınızda, onun ağırlığını değil, sadece gölgesini yakalayabiliyorsunuz ve o gölge, ne kadar etkileyici olursa olsun bir süre sonra kaybolup gidiyor. (EG)
1996’da Hrant Dink ve bir grup arkadaşı tarafından, Türkiyeli Ermenilerin sorunlarını kamuoyuna anlatmak amacıyla kurulan Agos Gazetesi 1500’üncü sayısına ulaştı.
Cumhuriyet döneminin Türkçe-Ermenice olarak yayımlanan ilk gazetesi olan Agos; demokratikleşme, azınlık hakları, geçmişle yüzleşme, Türkiye’deki çoğulculuğun korunması ve geliştirilmesi konularını merkeze alan bir yayın çizgisine sahip.
Gazete, yarın (30 Mayıs) bayilerde olacak 1500’üncü sayısı vasıtasıyla şu mesajı yayımladı:
“Elinizde tuttuğunuz gazete ile Agos, 1500’üncü sayısına ulaştı. Bugüne kadar yanımızda duran, bizimle birlikte yürüyen tüm dostlarımıza teşekkür ediyoruz. Sizlerle buralara geldik, iyi ki varsınız.”
Türkiye Ermeni toplumunun içinden çıkan bir gazete olarak Agos, sayfalarını Türkiye ve dünya meselelerine giderek daha fazla açmayı hedefliyor.
Agos, 25 Şubat 1996 günü ‘Nisan’da merhaba’ manşetiyle okurlarıyla buluştu. Manşete eşlik eden fotoğraftaysa Pangaltı’daki ilk bürosunda Hrant Dink ve arkadaşları masa başında.
Gazetenin kurucularından Harutyun Şeşetyan, o günleri şöyle anlatıyor:
“Hrant aradı bir gün. ‘Oğlum Dolapdere’de yer buldum gel’ dedi. Bir sekreter tutmuştuk. Lavabo yok, tuvalet yok. Poşet çayla çay yapıyorlardı. Bir gün işten çıkınca gittim. Yerde sayfalar, Ümit Kıvanç ve tanımadığım iki kişi –Türk’tü bunlar– yere çökmüş Ermeni gazetesi yapıyordu.
“Hrant ile Anna daha önce anlaşmışlardı. İkisi de varız dediler. Ofisi tutmadan önce toplantı yapmak için sürekli Luiz’in evine gidiyorduk. En uzak ev onun eviydi; ama biz onun evine gidiyorduk. Gazetenin ismi ne olacak diye düşünüyorduk. Luiz’in evinde Rupen Maşoyan vardı. Bizimle ilgisi yoktu. Karışmazdı gazete işlerine ama evde bizi dinliyormuş. Agos olsun dedi. Türkçesi de Ermenicesi de aynı anlama geliyor dedi. Hoşumuza gitti. Sonra sıfır sayısını yaptık. İlk sayıyı Paskalya’da çıkarma kararı aldık. Çok ilân gelir diye. Gazetenin daha muhabiri yok, fotoğrafçısı yok. Hiçbir şeyi yoktu…”
Agos’a abone olmak için tıklayın. (TY)
BİA Medya Gözlem Raporu’nu (Ocak-Şubat-Mart 2025) pdf olarak indirmek için tıklayın
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda kabul edilen Siber Güvenlik Kanunu, her ne kadar, Siber Güvenlik Kurulu Başkanı’na “arama, kopya çıkarma ve el koyma yetkisini” düzenleyen ifade tekliften çıkarılsa da, kişi haberleşmesinin izlenmesini sağlayan diğer birçok araçla tamamlanmasının mümkün olması itibariyle gazetecilerin haber kaynaklarının gizleme haklarını tehdit edebilecek.
Son üç ayda, muhalefet milletvekillerinin iktidara yönelttiği soru önergelerinin temelinde, internete yönelik bant daraltma pratiği, BirGün gazetesi yöneticilerinin gözaltına alınması ve TRT’ye yönelik yayın lisansı iddiaları da vardı.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, iktidara yönelik hukuk devleti eleştirileri yoğunlaştıkça, kamuoyu önünde düzenli olarak hukuk devletinden dem vurmaya başladı. Ancak İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu etrafında gelişen kitlesel eylemleri izlerken, toplu şekilde tutuklanan gazetecilerin dosyalarına gelen uyarılar üzerine “baktırmasıyla” birlikte medya temsilcilerinin tahliyeleri bir oldu.
2025’in ilk üç aylık döneminde ulusal ve uluslararası gazetecilik kuruluşları, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 27 Ocak’ta yaptığı basın toplantısını haberleştiren gazetecilere ve medya kuruluşları hakkında soruşturma başlatılması; kitlesel eylemleri izleyen foto muhabirlerin tutuklanması, gözaltına alınması veya polis şiddetine maruz kalması; CHP’nin kitlesel mitinglerine yönelik yayınlar nedeniyle RTÜK eleştirel kanallara yönelik yayın durdurma dahil çok ağır cezalar kesmesine; bu süreçte 42 saatlik bant daraltmayla iletişimin kısıtlanması gibi ihlallere karşı güçlü tepki gösterdi.
TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen Siber Güvenlik Kanunu, her ne kadar, Siber Güvenlik Kurulu Başkanına “arama, kopya çıkarma ve el koyma yetkisini” düzenleyen ifade tekliften çıkarılsa da, kişi haberleşmesinin izlenmesini sağlayan başkaca araçlarla tamamlanmasının mümkün olması itibariyle gazetecilerin haber kaynaklarının gizleme hakları bakımından tehdit oluşturabilecek.
Siber Güvenlik Kanunu kabul edildi: Kişisel verilerin korunması, özel hayatın gizliliği ve ifade özgürlüğü konularında ciddi kısıtlamalara ve keyfi uygulamalara yol açabileceği gerekçesiyle eleştirilen Siber Güvenlik Kanunu Teklifi, TBMM Genel Kurulu’nda 102’ye karşı 246 oyla kabul edildi. Teklifin 8. maddesinde yer alan ve kanunla kurulacak olan Siber Güvenlik Kurulu’nun Başkanı’na arama, kopya çıkarma ve el koyma yetkisini düzenleyen ifade, verilen önerge ile tekliften çıkarıldı (12 Mart).
“Siber Güvenlik”ten sansür çıkabilir: CHP Karabük Milletvekili Cevdet Akay, AKP’nin 10 Ocak’ta Meclis’e sunduğu Siber Güvenlik Kanunu Teklifi’nin, ifade özgürlüğü ve dijital haklar açısından tehlikeler barındırdığını açıkladı. Teklifte kullanılan “algı yaratılması” ve “veri ihlali” gibi ifadeler, hangi eylemlerin cezalandırılabileceği konusunda netlik sunmuyor. Eleştirel içerik üreten gazetecilerin ve sosyal medya kullanıcılarının baskı altına alınmasına yol açabileceğini savunan Akay, yasanın satır arasından ifade özgürlüğüne sansür, gazetecilere ceza çıktığını söyledi. Kısa süre önce Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile Siber Güvenlik Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak kuruldu ve 10 Ocak’ta da AKP Meclis’e Siber Güvenlik Kanunu Teklifi sundu. Teklifte Siber Güvenlik Başkanlığı’na “hakim kararı olmaksızın arama ve el koyma yetkisi” ve “veri sızıntısı olmadığı halde bu yönde algı oluşturmaya hapis cezası” getiriliyor. Teklife göre oluşturulacak Siber Güvenlik Kurulu, Cumhurbaşkanı başkanlığında Cumhurbaşkanı Yardımcısı, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı, İçişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı, Sanayi ve Teknoloji Bakanı, Ulaştırma ve Altyapı Bakanı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, MİT Başkanı, Savunma Sanayii Başkanı ve Siber Güvenlik Başkanı’ndan oluşacak (13 Ocak).
Son üç ayda, muhalefet milletvekillerinin iktidara yönelttiği soru önergelerinin temelinde, internete yönelik bant daraltma pratiği, eleştirel TV’lerin yüz yüze kaldığı yayın lisansı iptali tehlikesi, BirGün gazetesi yöneticilerinin gözaltına alınması ve TRT’ye yönelik yayın lisansı iddiaları da vardı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Ulaş Karasu, İBB’ye yönelik soruşturma ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart’ta gözaltına alınmasının ardından özellikle İstanbul genelinde etkili olan 42 saatlik bant daraltma kısıtlamasını Ulaştırma ve Altyapı Bakanına sordu. CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu, BirGün gazetesinin üç yöneticisine yönelik gözaltıları Adalet Bakanı Tunç’a sordu: “Bir başka gazete aynı haberi yapmasına rağmen herhangi bir işlem yapılmamış olmasının gerekçesi nedir?”. DEM Parti Diyarbakır Milletvekili ve TBMM Dijital Mecralar Komisyonu Üyesi Sevilay Çelenk, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a “TRT’ye ait Tabii platformunun RTÜK’ten yayın lisansı almadığı iddiası doğru mudur?” sorusunu yöneltti.
Lisans iptaline karşı CHP’den kanun teklifi: CHP Karabük Milletvekili Cevdet Akay, 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Kanunu’nda değişiklik yapılarak kanal lisans iptali yaptırımının kaldırılması için kanun teklifi verdi. Türkiye’nin 180 ülke içerisinde 158. sırada gösterildiği Sınır Tanımayan Gazetecileri (RSF) 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne de atıf yapan Akay, “Basın özgürlüğüne yapılan açık müdahaleler, kısıtlamalar yurttaşların haber alma hakkı ile doğrudan bağlantılıdır. Televizyon kanallarının lisans iptalinin RTÜK’ün iki dudağı arasında olması Anayasa’da belirtilen özgürlükleri askıda bırakmaktır. RTÜK bu durumu Sözcü TV, Halk TV ve TELE 1 gibi bağımsız ve tarafsız yayın yapan muhalif kanallara sopa olarak kullanmaktadır. Basın özgürlüğünü bu garabetten kurtarmak için kanunda ilgili değişikliğin yapılması elzemdir” dedi (27 Mart).
Bant daraltması soru önergesinde: İBB’ye soruşturma ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart’ta gözaltına alınmasının ardından özellikle İstanbul genelinde bant daraltması, sosyal medya platformlarına girişinin kısıtlanması ve internetin yavaşlatılmasına başvuruldu. CHP Genel Başkan Yardımcısı Ulaş Karasu, konuyu Ulaştırma ve Altyapı Bakanını yanıtlaması istemiyle TBMM gündemine taşıdı. Instagram, X, Facebook, WhatsApp başta olmak üzere sosyal ağlara bant daraltması uygulanması nedeniyle halk haberleşmede de zorluklar yaşarken, eğitim araştırma hastaneleri başta olmak üzere Aile Sağlığı Merkezleri, eczaneler ve sağlık kurumları kısıtlamadan olumsuz etkilendi. Karasu’nun yönelttiği sorulardan biri de, “Bant daraltma uygulaması hangi amaçlar doğrultusunda uygulanmıştır? Sosyal medyada veri akışını engellemenin tarafınızdan değerlendirilen faydaları nelerdir? Söz konusu amaçlara uygulama sonucunda ulaşılmış mıdır?” oldu (21 Mart).
Tanrıkulu’ndan Tunç’a gözaltı sorusu: CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu, BirGün gazetesinin üç yöneticisine yönelik gözaltıları TBMM’ye taşıdı; Adalet Bakanı Tunç’un yanıtlaması istemiyle bir soru önergesi verdi. Soru önergesinde Tunç’a yöneltilen sorulardan biri de “Bir başka gazete aynı haberi yapmasına rağmen herhangi bir işlem yapılmamış olmasının gerekçesi nedir?” oldu (9 Şubat).
DEM Parti’den “Tabii’ye lisans ayrıcalığı” için önerge: DEM Parti Diyarbakır Milletvekili ve TBMM Dijital Mecralar Komisyonu Üyesi Sevilay Çelenk, TRT’ye ait Tabii platformunun RTÜK’ten lisans almadığına yönelik iddiaları Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un yanıtlaması istemiyle Meclis’e soru önergesi verdi. Çelenk’in Ersoy’a, “TRT’ye ait Tabii platformunun RTÜK’ten yayın lisansı almadığı iddiası doğru mudur? Eğer doğruysa, bu platformun lisans almadan faaliyet göstermesinin hukuki dayanağı nedir?” ve “RTÜK, Tabii platformunun lisanssız yayın yaptığı iddialarıyla ilgili herhangi bir işlem yapmış........
© Bianet
