İmralı Perspektifi kime ne ifade ediyor?
Türkiye’de 2024 sonbaharından bu yana yaşanan gelişmeler, hem siyasal alanın aktörleri hem de toplumsal belleğin taşıyıcıları açısından alışılmadık bir süreci gündeme taşıdı. Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli perspektif mektubu, yalnızca PKK'nin kurumsal geleceğine değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısal dönüşüm sürecine de ışık tutan bir belgeye dönüştü.
5–7 Mayıs tarihlerinde düzenlenen 12. Kongre’de PKK’nin kendini feshetmesiyle birlikte, bu metin etrafında şekillenen tartışmalar derinleşti. Bu söyleşide, tarihsel süreklilik ile güncel dönüşüm arasında sıkışmış olan bir politik momentin, farklı katmanlarını Dr. Sayid Darati ile konuştuk.
Dr. Sayid Darati, sizi sözlü tarih, kolektif hafıza ve geç Osmanlı-erken Cumhuriyet dönemi ile ilgili Kürt tarihi çalışmalarınızla biliyoruz. Bugün ise hem oldukça güncel ve hararetli hem de tarihsel önem taşıyan bir konuda ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyoruz.
Öncelikle, kelimenin tam manası ile benzersiz bir ‘süreç’ yaşıyoruz. Bahçeli’nin 22 Ekim Meclis grup toplantısında “Öcalan gelsin mecliste konuşsun, partisini feshettiğini söylesin” cümlesini duyanlar ‘doğru mu duyuyorum?’ diye yanındaki insanlara sorma ihtiyacı duydular. Ne oldu? Nasıl başladı, neden başladı itina ile adı dahi konulmak istenmeyen bu süreç?
Tanık olduğumuz süreç bir yanıyla benzersiz ama bir yanıyla 1918-23 ile 1975-76 yılları ile büyük benzerlikleri olan bir süreç.
Öncelikle Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrının Türk devlet aygıtından tamamen bağımsız olduğu düşünülemez. Bahçeli’nin “devlet ve hükümet dizaynı” konusunda son 30 yılda oynadığı rol hatırlanırsa bu dediğim daha iyi anlaşılır. Bahçeli ne Erdoğan’dır ne de Özgür Özel. Kaldı ki onlar da bu sürecin dışında değiller. “Devletin bekası” söz konusu olduğu için ilgili herkes bir şekilde meseleye dahil edilmiştir.
Peki nedir mevcut durumda devletin bekası ile ilgili gelişmeler? İki önemli gelişme var: biri iç diğeri dış. Dıştan başlarsak, Sykes-Picot anlaşmasıyla sınırları çizilen Ortadoğu düzeninin sona ermiş olması ve Ortadoğu’nun yeniden dizayn ediliyor oluşu. Bununla ilgili çok şey yazılıp çizildiği için kısa tutacağım. Sadece bu altüst oluşun sınırları hakkında bir örnek vereyim. Başka bir zaman olsa “deli saçması” denebilecek bir şey bugün “normal” karşılanıyor: Trump, Gazze Şeridi hakkında alelade bir “arsa” gibi planlar yapıyor, bunu duyuruyor, pazarlık yapıyor ve bu duruma kimse “hayatta olmaz” diyemiyor! Sadece bu örnek bile Ortadoğu’nun nasıl altüst olduğunu anlamaya yeter. Süreç, sadece kıyamet “hızında” gerçekleşmiyor, o kadar.
İçteki gelişme ise 2014’te devletin “çözüm masası”nı devirdikten sonra Erdoğan-Bahçeli öncülüğünde girdiği, Kürt hareketinin bitirilmesini hedefleyen “çöktürme planı” -ki bu plan daha önce “Sri Lanka Modeli” olarak Gülenci kadrolar tarafından hazırlanmıştı- ile çıkılan yolun sonuna gelinmesidir.
Hatırlanırsa 2016 yılındaki “darbe modeli” ile yine ilgili tüm tarafların rızası “devletin bekası” hasebiyle alınmış ve anayasa dahil devletin bütün yazılı kuralları askıya alınmıştı. 2016-2023 yılları arasında askeri, siyasi, ekonomik ve diğer temel alanlarda tamamen kuralsız bir yönetim modeli uygulandı. Devleti devlet yapan tüm kurum ve kurallar ayaklar altına alındı. Bunun doğuracağı negatif sonuçlar ise başarılı olacağı düşünülen “çöktürme planı” ile konsolide edilecekti.
Kısacası bu plana göre devlet, devlet gibi değil bir mafya grubu gibi hareket edecek, kural-kanun tanımayacak, bunun sonucunda PKK bitirilecek, toplum da bu “zafer” ile avunacaktı ki bu yanıyla da devletin 1993 yılında Genelkurmay başkanı Doğan Güreş’in ağzından ilan ettiği “topyekûn savaş” konseptine benzer bir plandı bu.
Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve 2023 yılına gelindiğinde PKK bitirilemediği gibi bu sistemle devam etmenin devletten geriye bir şey bırakmayacağı anlaşıldı. Bu itibarla bazı geri adımlara tanık olduk. S. Soylu’nun bakanlıktan alınması, M. Şimşek’in tekrar göreve çağrılması, hatta savruk ekonomi politikasıyla -elbette Erdoğan’ın bilgisi dahilinde- hazineyi boşaltan damat B. Albayrak’ın görevden ve saraydan uzaklaştırılması bu adımlardan bazıları. Ancak bunlar da yetmeyip tam da derin bir ekonomik kriz yaşanırken Ortadoğu’daki çalkantının şiddetlenmesi Türk devleti içinde bazı kesimlerin alarm zillerini çalmasına neden oldu. Bahçeli’nin başlattığı sürecin tetikleyici koşulları bunlardır.
Bu süreç tam da Osmanlı devletinin İttihatçıların savaş siyasetiyle yıkılıp yerine henüz birşey kurulmadığı dönemde Türk devlet aklının M. Kemal eliyle Kürtlere destek için başvurması ve onların desteğiyle yeniden devlet kurmasıyla sonuçlanan 1918-1923 arası dönemle büyük benzerlikler göstermektedir.
Öncelikle, o dönemde de devlet -M. Kemal ve K. Karabekir aracılığıyla- Kürtlerden destek isterken “Kürt aşkı”yla yanıp tutuşmuyordu. Ama Ortadoğu yangın yeri, Anadolu darmadağınık iken devleti kurtarmanın başka bir yolu yoktu. Sosyal ve askeri açıdan Kürtler daha iyi durumdaydı. Hatta Osmanlı ordusunun bile ayakta ve örgütlü kaldığı tek yer Kürdistan’dı. Dolayısıyla Kürtlerden destek istemek “devletin bekası” için tek gerçekçi yoldu.
Bugün de 1918 yılının bir benzerini yaşıyoruz. Ortadoğu yine yangın yeri, Türkiye derin bir ekonomik ve sosyal buhran içinde. Demirel’in deyişiyle devlet “enkaz halinde”. Bu durumdan çıkışın tek yolu Kürtlerle bir uzlaşmadan geçiyor. Dolayısıyla devlet “aklı” buna çalışıyor. Ancak işler göründüğü kadar kolay değil. Çünkü 2016 yılından beridir bildiğimiz anlamda bir “Türk Devleti” yok. Onun yerine, devletin çürüyen “kabuğu” altında oluşup serpilmiş, her biri kendi hesabına çalışan “devletçikler” var. Evet, devlet 2016-2023 yılları arasındaki kuralsız savaş ve siyasetiyle PKK’yi askeri olarak geriletti ama kendisi de devlet olma vasfını kaybetti, bir mafya-devletçikler koalisyonuna döndü. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden görüşme masasına getiren şey PKK’nin daha da güçlenmiş olması değil, devletin daha da zayıflaması, hatta devlet olma vasıflarını yitirmiş olmasıdır.
Şu anda Erdoğan figürü bu devletçikleri bir arada tutan neredeyse tek şey. Ama Erdoğan’ın da doğal ya da siyasal nedenlerle uzun bir süre iktidarda kalamayacağı ve bu yüzden bu devletçiklerin uzun bir süre bir arada tutulamayacağı ortada. Bahçeli’nin “devlet adına” yaptığı müdahale, aslında devleti yeniden “nizama” çekmek ve bu devletçikleri henüz aleni hale gelmeden tasfiye etme çabasıdır.
Ben bunu tarihte Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılış sürecine benzetiyorum. 11. Yüzyılda Selçuklu devletinin kurumlarını bir arada tutan tek figür Nizam-ül Mülk’tü. Nizam-ül Mülk 1092’de öldürülünce, sultan Melikşah ancak 1 ay daha hayatta kalabildi. Hemen ardından, devlet 3 parçaya ayrılmakla kalmadı, o güne kadar devlete hizmet ettikleri düşünülen “Atabeg”lerin, yani askeri eyalet valilerinin aslında uzun zamandır kendilerine çalıştığı ve Nizam ölür ölmez devletin birliğini sağlamak yerine her birinin kendi beyliklerini (Artuklu, Zengi vs) ilan ettikleri görüldü.
Bugünün şartlarında, Türk devletinin farklı kollarını, yani “devletçikleri” bir arada tutma anlamında, Nizam-ül Mülk Tayyip Erdoğan’dır. Erdoğan, hem herşeyi kontrol altında tutmaktadır hem de bütün ipler ellerinden kaymaktadır. Nizam-ül Mülk hayattayken Ortadoğu’nun en güçlü adamı gibi görünüyordu.
Oysa ölür ölmez yönettiği devletten geriye her biri başka bir yöne savrulan “devletçikler” kaldı. Erdoğan da farklı değil. Geride bıraktığı enkaz, o sahneden çekilince ortalığa dökülecektir.
Bu açıdan bakıldığında, bildiğimiz anlamdaki Türk devletinin, yani 1923’te resmen ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 2016’da fiilen sona erdiğini ve devlet aygıtının 2016-2023 yılları arasında İttihatçı bir yapı tarafından kuralsızca yönetildiğini, 2023 yılında da bu ittihatçı rejimin çöktüğünü söyleyebiliriz.
Bu açıdan da Osmanlı’nın yıkılış ve Cumhuriyetin kuruluş dönemi ile büyük benzerlik var. Tarihsel açıdan, devletler bir savaş veya devrim yoluyla yıkılmamışlarsa bu şekilde yıkılırlar. Son ana kadar taşıdıkları kabuk nedeniyle sağlam ve güçlü görünürler.
Ancak kabuk çöktükten sonra, geriye bakılıp o devletin hangi aşamalarda zayıflayıp çöktüğü daha kolay açıklanabilir.
Ancak Kürt cephesinde farklı bir durum var: O zaman Kürtler silahlı güçlere sahip olmalarına rağmen bunlar aşiret güçleriydi ve hemen her aşiret bir diğeriyle ihtilaflıydı.
Dolayısıyla Kemalistlerin karşısında örgütlü bir “Kürt Siyaseti” yoktu. Dahası, bu Kürtler Kemalistlere neredeyse açık çek verdiler ve kendilerini hiçbir şekilde güvenceye almadılar. Bugün ise Kürtler bir halk olarak daha örgütlü ve devletin verdiği “sözlere” kanacak kadar saf değiller. Üstelik Kürtlerin (PKK) fesih ve silah bırakma kararının, Türk tarafından beklenen “yasal ve siyasal güvencelere bağlı olduğu” deklare edilmiştir.
Vurgulamak istediğim diğer bir nokta ise, gerek Öcalan gerekse Bahçeli açısından -farklı saiklerle- mevcut İmralı Süreci’nin bir “Erdoğan sonrası” plan olduğudur. Erdoğan bir şekilde plana dahil edilmiştir ancak tam bir rıza gösterdiğini de düşünmüyorum. Hala bozma kapasitesi var ama itiraz edecek gücü yok gibi görünüyor.
Peki, “asla olmaz” denilenlerin olur hale geldiği bu zaman diliminin temel dönüm noktalarından bir tanesi 5 – 7 Mayıs tarihlerinde 12. Kongresi ile kendi feshini duyuran PKK’nin açıklaması oldu. Neden şimdi?
Perspektif metninde benim dikkatimi çeken, bütün başlıklar arasında neredeyse en kısa olanın “fesih” başlığı olmasıydı. Öcalan bu konuda ne yaptığından emin görünüyor. PKK de onunla uyum içinde. PKK’nin yerine ne konulacağı için de acele edilmemesi gerektiğini vurguluyor. “Neden şimdi” sorusuna kişisel cevabım ise şudur: Hayır, aslında “şimdi” değil. En az 10-15 yıldır, Öcalan dışarıda olsa ilk yapacağı şey PKK’yi feshedip yerine yeni bir parti veya hareket kurmak olurdu, diye düşünüyorum.
Bu, tek başına PKK’nin yeterli olup olmamasıyla da ilgili değil, Öcalan’nın tarzıyla ilgili bir şey. Öcalan, genel beklentinin tersine hareket eden ve çoğu zaman da bu nedenle başarılı olan bir lider.
Öcalan’ın PKK’nin 12. Kongresine sunduğu PERSPEKTİF metni büyük tartışmalara sebep oldu. Yoğun bir şekilde konuşulmaya, tartışılmaya devam ediyor. Kürtler içinde büyük bir tartışma devam ederken bir kısım Kürt PKK’nin de kendisini feshetmesi ile “Öcalan Kürt davasını sattı” yönlü ağır tenkitler yapıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Neden bu öfke?
Bahsettiğiniz tartışma daha çok sosyal medya mecralarında yürüyor. Sosyal medyanın ciddiye alınmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Sosyal medya toplumun yüzde en fazla 10’unu temsil eder, yüzde 90’dan habersizdir. O yüzde 10’luk kesim dünyayı kendinden ve sosyal medyadan ibaret gördüğü için orada kıyameti koparır, sonra bu kıyametin gerçek olduğuna inanıp daha büyük kıyamet koparır.
Buna bir örnek vereyim. Bahçeli “Öcalan gelsin mecliste konuşsun” dediği gün, sosyal medyada yer yerinden oynuyordu. Neredeyse herkes herşeyi bırakmış, bu konuda lehte veya aleyhte hararetli bir tartışma yürütüyordu.
Ertesi gün, o güne ait Google Türkiye trend sonuçlarına baktım. Bahçeli’nin çağrısı sanırım 13 veya 14üncü sıradaydı. Ondan önce emekli maaşları, dizi filmler ve maç sonuçları, hatta magazin haberleri vardı. Düşünün, sosyal medyada kıyamet koparan konuşma Türkiye toplumu için, içinde magazin haberlerinin de olduğu 12-13 konudan daha az konuşuluyordu.
Bu yüzden sosyal medyanın, özellikle sosyal medya üzerinden yürütülen Öcalan ve PKK suçlamalarının pek de ciddiye alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Toplumun ezici bir çoğunluğu sosyal medyanın konumlandığı ve önemsediği şeylerden farklı bir yerde duruyor.
Bu açıdan, 25 yıldır bir adada izolasyon şartlarında yaşayan Öcalan’ın toplumun nabzını her türlü bilgiye erişim imkânı olan insanlardan daha iyi tuttuğunu düşünüyorum. Öcalan’ı suçlayanlar bugün Kürtlerin hangi koşullarda yaşadığından habersiz görünüyorlar. Bakın, son 10 yılda Diyarbakır’da PKK’nin askeri varlığının sona ermesiyle ortaya çıkan tablo şudur: Şehir mafya........
© Bianet
