Körlük Üzerine Notlar
“O an körlük hakkında düşünmem gerektiğini fark ettim. Çünkü onu tam kavrayamazsam beni alaşağı edebilirdi.”
Bu, körlüğü sonradan deneyimleyen bir akademisyenin ruh halinin dışavurumu. Günlük deneyimleri, sıradan olayların devasa bariyerlere dönüştürülmesini yazmaktan bıkmış birisi olarak üzerine zihin yoracağım, düşündüklerimi başkalarına da sunabileceğim bir şeyler arıyordum ve bu hafta için aradığımı buldum. “Körlük Üzerine Notlar” isimli bir belgesel.
Öncelikle belirteyim ki körlük deneyimi herkes için aynı değildir. Körlüğün felsefi ve edebi olarak işlenişinde de belli özellikler ve metaforlar öne çıkar. Oysa nasıl her insan için herhangi bir konuda kendi deneyimi özgünse körlük için de aynı şey geçerli. Körlüğü hayatımızda koyduğumuz yerden onu bir pranga mı, zincirlerinden kurtulma deneyimi mi, yoksa kendine özgü bir şey mi olarak değerlendirmek bilincimizin şekillendiği koşullara bağlıdır. O nedenle bu yazıda notları üzerine sesli düşüneceğim John M. Hull için de benim için de körlüğün algılanışı farklı ve “doğru olan budur” denilebilecek bir durum yok. Zira herkesin kendi yeti çeşitliliğiyle arasındaki mesafe onu ilgilendirir ve bu durum bilincin gelişmesine göre farklılaşır.
Görme yetisini ağır ağır yitiren Teolog John M. Hull, yeti çeşitliliğinin evrimini kasetlere nakış nakış işlemeye başlar. 16 saat süren bu kayıtlar 1992 yılında Touching the Rock: An Experience of Blindness ismiyle yayımlanır. 2014 yılında kısa film olarak yayınlanır ve Emmy Ödülünün sahibi olur. 2016 yılında Peter Middleton, James Spinney’in yönetmenliğinde Notes on Blindness (Körlük Üzerine Notlar) adıyla uzun metrajlı bir belgesel olarak yayınlanır.
Belgesel John M. Hull’un ilk bocalama döneminden körlüğünü bir engel olarak görmediği zamana kadar geçirdiği süreci kendi notlarıyla işler. Ben de bu notların bazılarını burada düşünmeye karar verdim. Belki bu düşünme faaliyetime başkaları da katılır ve kolektif bir düşünce faaliyetine dönüşür.
“İnsanlıktan aldığım tadı korumak adına körlüğü anlamak ve ne olduğunu kavramak konusunda büyük endişelerim var” diyor Hull.
Son derece anlaşılır bir kaygı. İlk kez görme yetisini yitiren bir kişi. O görme ki, dünyaya açılan kapı gibi algılanmış bin yıllar boyunca. En büyük cezalandırma yöntemi olarak kullanılmış. “Zindanda” olmak gibi algılanmış. Böyle bir şekillenmenin içinde daha önce deneyimlemediği bir durum olarak körlükle karşılaşan kişinin körlük üzerine böyle düşünmesi en beklenilesi yönelimdir. Mesela ben doğuştan kör bir insan olduğum için ve toplumsal bariyerler dışında körlüğün bir avantaj ya da dezavantajını görmediğim için onun kadar düşünmemiş olabilirim körlüğüme dair.
Zaten körlük üzerine düşünme faaliyetim de bu konuda yazılar yazma ve engellilik tarihi üzerine araştırmalar yapma çalışmaları sırasında başladı.
Hull’un böyle bir yönelime girmesi gayet doğal. Önemli olan virajları nasıl döneceğiydi. Toplumun sağlamcı kalıplarına göre de dönebilirdi ve o zaman belki böyle bir yapımı konuşmuyor olurduk. Ama o deneyimlerin ışığında bunu seçmiyor. Seçmiyor derken tabi ki o virajlarda kayboluyor. Kaybola kaybola rotasını çiziyor. Kaybolmayı göze almadan ilerlemenin çok da mümkün olmadığının bir örneğini sunuyor.
İlk başta çok karamsar. Bu durumu da şöyle not düşmüş tarihe:
“İnsanlıktan aldığım tadı korumak adına körlüğü anlamak ve ne olduğunu kavramak konusunda büyük endişelerim var”
Bütün alışkanlıkların, zevklerin, yaşam biçiminin değiştiği bir süreç sonuçta. O kadar da insani ki körlüğü bir zindan gibi gören kanıksanmış sağlamcılığı ve onun tam tersi gibi görünen körlüğe dair bakış açısı karamsar olanlara olanca yıkıcılığıyla saldıran aslında kanıksanmış, sağlamcılığın başka bir türü olan sekter yaklaşımları deneyimle boşa düşürüyor. Hayatın çelişkileri içinde karamsarlığın da yer yer yenilgilerin de olabileceğini ve yolumuzu bu çelişkilerin deneyimiyle bulacağımızı gösteriyor.
Yeti çeşitliliklerine uygun kapsayıcı düzenlemelerin çoğu zaman yapay engelleri ortadan kaldırdığını her fırsatta vurguluyoruz. Hull da hayatın doğal akışında, deneysel olarak kendi yöntemlerini buluyor. “Notlarıma bakmadan ders anlatmayı öğrendim. Öğrencileri seslerinden tanımaya başladım. Yeni sesli kitaplar da geliyordu.” diyor. Ve ekliyor: “Yaratıcılıkla ve bazen de yardımla bazı sorunlar çözülebiliyordu.”
Sonra sesli kitap okumayı keşfediyor ve her kitaba erişimin kolay olmadığını öğreniyor. Bu onu yeni yöntemlere itiyor. Kasetlere sesli notlar almaya başlıyor.
Benim bir kör olarak anlamadığım noktalardan birisi de tebessüm üzerine düştüğü nottu:
“Neredeyse her tebessüm ettiğimde bunu yaptığımın farkındayım. Yani bu fiilin bilincindeyim Hatta bunun için harcanan çabanın da bilincindeyim diyebilirim. Sanırım bunun sebebi karşılık aldığımı görememem. İnsan kendi tebessümüne yanıt alamıyor. Tıpkı yanlış adrese mektup göndermek gibi. O yüzden kendi tebessümümün nerede bittiğini biliyorum. Ya da öyle sanıyorum. Bana yakın olan birine sorup bunun doğru olup olmadığını öğrenmeliyim.”
Karşı tarafın tebessüme karşılık verip vermemesi anlaşılmaz doğal olarak. Ben anlıyorum ama muhtemelen anladığım şey histen ibaret. Kendi tebessümünün nerede bittiğini anlamaması biraz şaşırtıcı geldi. Daha doğrusu emin olamaması.☺︎
Yağmuru bir erişilebilirlik aracı olarak değerlendiriyormuş. Yağmuru romantik bir tutkuyla seven ben bile o yönünü düşünmemiştim. Şöyle diyor:
“Yağmur etrafınızdaki şeylerin dış hatlarını belli ediyordu. Farklı ve özel sesleri bir arada toplayan bir örtü yaratıyor ve duyulabilir çevrenin tamamını kaplıyordu.”
Notlar üzerine çok söylemek istediğim şeyler var ama sayfa sayısını bayağı aştım.........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Sabine Sterk
Robert Sarner
Ellen Ginsberg Simon