Bir katilin ölüsüyle yüzleşmek
3 Haziran 2025. Sabah 10:55. Ankara-İstanbul trenindeyim. Nicedir üzerinde çalıştığım, bir cinayetin benliğimdeki izini sürerken, Türkiye yakın tarihine de kaçınılmaz dokunan çizgi romanımın son okumalarını yapıyorum. O esnada romanın son bölümünde yer alan MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Ana Davası’na ilişkin internette bir belge arıyorum. Karşıma çıkan bir yayın, aklıma MHP üzerine yeni kitabı çıkan bir tanıdığımı getiriyor. Ona ilgisini çekeceğini düşündüğüm bu yayının linkini gönderiyorum. Bu konuya dair yaptığımız karşılıklı mesajlaşmanın hemen ardından, telefonumun ekranında hiç de beklemediğim bir mesaj beliriyor.
“Bu arada, babanın katillerinden biri öldü. Haberin oldu mu bilmiyorum.”
“Hangisi?” diye soruyorum.
“Miman” diye yanıtlıyor.
“…”
Bir anda tren duruyor. Önümdeki kahve yudumlanmaz oluyor. Raylardan gelen ses ense kökümden yukarı ilerleyen uğultuyla birleşiyor. Akıbetini artık hiç merak etmediğim bir katilin ölüm haberinin beni böylesi sarsmasının şaşkınlığı içinde kalakalıyorum. Canımın yandığını fark ediyorum ancak canımı yakan şeyin tam olarak ne olduğunu anlayamamaktan olsa gerek, can havliyle çareyi ağlamakta buluyorum.
Bundan sonrası her şeyin durduğu zamansız bir muhakeme. Ona eşlikçi derin bir öfke ve yenilgi hissi. Artan bir boğuntu…
Bunun tarifi inanın çok zor. Günlerdir bu sıkışmışlıkla düşünüp duruyorum.
Ne hissediyorum ben şimdi? Niye böyle hissediyorum? Kendime anlatmaya çabalarken boğazımdaki yumru büyüdükçe büyüyor. Hiçbir şey hissetmemeliyim belki, ya da yüreğim soğumalı biraz da olsa, ama hiç de öyle olmuyor. Bir intikam duygusu değil çünkü ne benim ne de kardeşlerimin hissettiği. Başka türlü bir yenilmişlik duygusu bu, tarifi güç.
Babam öldürüldüğünde ablam dokuz, ağabeyim dört, ben iki yaşındaydım. Katillere engel olmak isterken babamla birlikte öldürülen Yavuz Yükselbaba’nın ise en büyüğü altı yaşında, en küçüğü altı aylık olmak üzere toplam dört çocuğu vardı. Cinayete tanık olan, Yükselbaba’nın dokuz ve 15 yaşındaki yeğenleriyle birlikte bu cinayet, dokuz çocuğun çocukluğunu tarumar etti. İşte tam da bu nedenle, siyasi cinayetlerin arkasındaki gerçek faillerin ortaya çıkarılmadığı bir adaletsizlik düzeninde onca çocuğun hayatlarını belirleyen ve dönüştüren bir katilin kendi camiasından helallik alarak göçüp gitmesinin yarattığı bir yenilgi hissinden söz ediyorum.
Geçtiğimiz şubat ayında bir kahraman olarak uğurlanan Mehmet Onur Miman, geçmişte işlediği suçlarla yüzleşmeden dünya sahnesinden çekildi. “Merhumu nasıl bilirdiniz?” sorusundan geriye hesabı verilmemiş koca bir geçmiş kaldı. Sözün yeterince söylenmemiş olduğu endişesi ya da karşılığını bulamamış olmasının yükü de cabası. Anlayacağınız bir katilin ölüsüyle yüzleşmek de bize kaldı.
Ne kadarını okuyup anladığımı kestiremediğim bir defterin, hiç görmediğim bir sayfasını aralayacağım şimdi. Siyasi cinayetlerde yakınlarını kaybeden kimi tanıdığımın daha önce tecrübe ettiğini düşündüğüm duyguyu kendime ve size anlatmaya çalışacağım. Elbette hukukun tam anlamıyla yok sayıldığı, acının ve matemin devirdaim ettiği bugünün Türkiyesi’ne 45 yıl öncesinden bir acıyı daha taşımanın mahcubiyetiyle.
Demokrasi kültürünün yerleşmediği, dolayısıyla insan haklarının tanınmadığı Türkiye gibi ülkelerde gerçek faillerin meçhul bırakılması bu tür siyasi cinayetlerin sistematik bir niteliği. Hakikatin izini süren ailelerin hak mücadelesinde tetikçiler hiçbir zaman asıl ya da yetinilen muhatap olmadılar. Ancak adalet terazisi de hiç mağdurdan yana tartmadı. O nedenle hakkımızın korunmadığı bu adalet sisteminde bizler, vitrinde görünen failin aldığı/almadığı cezayı ya da uygulanan cezanın fiiliyatını hep önemsemek ve öncelemek durumunda bırakıldık. Bu ısrarın bir anlamı var.
Türkiye’de bir devlet pratiğine dönüşen cezasızlığın hukuki ayağına baktığımızda failler ya hiç yargılanmazlar ya da sembolik yargılamalar sonucu yetersiz ceza alırlar. Verilen bu cezaların hiç uygulanmadığı da olur veya siyasi cinayetlerin açığa çıkarılması önündeki temel engellerden “devlet sırrı” ve “zamanaşımı” gerekçesiyle yargılamadan muaf tutulurlar. Miman’ın avukatlarından, MHP Eski Genel Başkan Yardımcısı Şevket Bülend Yahnici, kendisiyle yaptığım bir görüşmede kendi ifadesiyle Miman’ı üç dört kere ipten döndürdüğünü, her seferinde idama giderken hücreye alınmasını sağladığını söylemişti. Şüphesiz ki idam cezası kabul edilebilir bir cezalandırma yöntemi değildir, ancak bir cezanın uygulanmasının devlet içindeki bazı güç odakları tarafından ne kadar da kolay engellenebileceğine dair yukarıdaki anektod oldukça çarpıcı.
Yeri gelmişken bir kez daha altını çizmek gerekir ki, faili meçhul cinayetler ve siyasi cinayetler insanlığa karşı suçtur ve zamanaşımına uğrayamaz.
Bunlarla birlikte cezasızlık, yerleşik inkar stratejileriyle beslenir ve bu da hak ihlallerinin süreklilik kazanmasına neden olur. Dolayısıyla cezasızlık sadece hukukun konusu değil, politik, toplumsal ve kültürel de bir sorundur. Bu meşruiyet zemininde tüm bunlar yetmezmiş gibi failler bir de taltif, takdir ve terfiyle ödüllendirilirler. Kimi fail alkışlanarak onurlandırılırken kimisi cezalandırılmayarak yüreklendirilir.
Yas sürecini tamamlayamadan tüm bu süreçlerden ayrı yaralar alan aileler ise sistematik olarak yalnızlaştırılırlar. Üstüne üstlük bir de kendi buldukları yol yordamla ya da daha örgütlü olarak sürdürdükleri hakikat arayışı ve adalet mücadelesi de adeta cezalandırılır.
Şiddet sadece devletin maşasıyla uygulanmaz. Toplumdaki kayıtsızlık ve sessizlik de bu şiddet çarkının dinamosu gibidir. Onca olup biten karşısındaki suskunluğu yetmezmiş gibi toplum bir de hakkını arayan bir ailenin verdiği mücadeyi yadırgar ve geçmişte olup biteni unutması, “onca yıl önce yaşanmış bir olayı daha fazla sorgulamaması, uzatmaması” yönünde yol gösterme cüretinde bulunur. Yanında yöresinde ne varsa “normalleşsin” ister.
Hakikat açığa çıkmadan, failler nedamet bildirip özür dilemeden ve geçmişle yüzleşmeden hiçbir şeyin normalleşemeyeceğini, toplumsal iyileşmenin ancak böyle gerçekleşebileceğini anlatma yükü de ne yazık ki yine mağdur ailelerine düşer.
Geriye hesabı verilmemiş koca bir geçmiş kaldı. Sözün yeterince söylenmemiş ya da karşılığını bulamamış olmasının yükü bir de. Dedim ya, bir katilin ölüsüyle yüzleşmek de bize yük kaldı.
Bugün 17 Haziran. Babamın ve Yavuz amcanın öldürülmelerinin üzerinden 45 yıl geçti. Biz yine bugün, her yıl olduğu gibi Tekiner ve Yükselbaba ailelerinin çocukları ve torunları olarak bir araya gelecek, onları temiz hatıralarıyla ve özlemle anacağız.
1980 Darbesi’nin hazırlık sürecinde, dönemin paramiliter gücü MHP’nin militanları Anadolu’nun solcu ve aydın avukatlarını, doktorlarını, öğretmenlerini, siyasetçilerini işaretliyor, her il için ölüm listeleri hazırlıyordu. Yoksul köylünün ve yerel halkın, DİSK’e bağlı işçilerin, TÖB-DER’li öğretmenlerin ve antifaşist mücadele yürüten gençlerin avukatlığını üstlenen Mehmet Zeki Tekiner, Nevşehir’i kale bellemiş faşistlerin[1] listesinde baş sırayı almıştı. Tetikçiler Mehmet Onur Miman (Şeref Turan adına düzenlenmiş sahte kimlikle) ve Uğur Coşkun (Gökhan Çirkin adına düzenlenmiş sahte kimlikle) 1979’un sonlarında görevlendirilip, genel merkezi Nevşehir’de olan ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel başkanı, Abdullah Çatlı’nın da ikinci başkanı olduğu Ülkü Yolu Derneği’ne gönderildiler. Biri 23, diğeri 19 yaşında olan, cinayet, yaralama, bombalama, kahve tarama gibi pek çok suça karışmış ve bu suçlardan hüküm giymiş bu iki militan, Ömer Ay’ın hamiliğinde bir süre Nevşehir’de konuşlandılar.
Dava dosyasından da bildiğimiz üzere Ömer Ay, Zeki Tekiner’in yazıhanesini, il başkanı olduğu CHP Nevşehir İl Başkanlığı’nı, evini, yemek yediği lokantayı, adliyenin karşısındaki kahvehaneyi bu militanlara tek tek gösterdi. Tekiner, 11 Şubat 1980’de evinin bahçesinde uğradığı ilk silahlı saldırıdan yaralı kurtuldu. Karanlıkta gözü tam seçemediği için soruşturma sırasında failleri teşhis edemese de öldürüldüğü gün onu ağır yaralı olarak hastaneye yetiştiren arkadaşına (davanın da tanığı) onu dükkânda vuranların yine aynı kişiler olduğunu söyleyecekti.
Mehmet Onur Miman ve Uğur Coşkun, 17 Haziran 1980’de saat 18:10’da Yavuz Yükselbaba’ya ait bakkal dükkanına girdiler ve Zeki Tekiner ile onu korumak isteyen Yükselbaba’yı öldürdüler. Aydınlıkta işledikleri iki cinayetin ardından hiç telaşa kapılmadan çarşıda salınarak gözden kayboldular. Nevşehir’e geldiklerinde Ömer Ay’ın onlar için tahsis ettiği şehir merkezindeki evlerinde dört gün süreyle kaldılar. Susurluk Kazası’yla ün kazanan İbrahim Şahin’in o dönem Genel Bilgi Toplama’dan (GBT) sorumlu komiser yardımcısı olarak görev yaptığı Nevşehir Emniyet Müdürlüğü’ne yapılan onca ihbara karşın polis katillerin saklandıkları bu adresin yakınından dahi geçmedi, katilleri hep “başka” yerlerde aradı. Dört günün ardından tetikçiler, Ömer Ay tarafından Hacıbektaş’ın bir köyüne kaçırıldılar; bir hafta sonra da Kayseri’ye götürüldüler. Cinayette kullanılan silahlar da Ömer Ay tarafından Kızılırmak’a atılarak imha edildi.
18 Haziran 1980 günü Nevşehir’de düzenlenen, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit ve 120 milletvekilinin de katıldığı cenaze töreninde konvoyun üzerine çapraz ateş açıldı, çok sayıda milletvekili ve vatandaş yaralandı. Ateş altında 20 dakika boyunca yerde kalan Tekiner’in tabutuna 13 kurşun isabet etti. Kolluk, büyük infial yaratan bu saldırıya da çok geç müdahele edecekti. Kayseri’den askeri birliğin gelmesinin ardından bir gün süreyle Nevşehir’de sokağa çıkma yasağı uygulandı. Yavuz Yükselbaba’nın cenazesi CHP heyetinden ancak birkaç kişinin refakatinde toprağa verilebildi. Ecevit başkanlığındaki CHP heyeti ve aile, TBMM’de düzenlenecek törenin ardından Tekiner’in naaşını Ankara’da defnetmek üzere askeri birlik eşliğinde Nevşehir’i terk etti. Düşman hukukuna dahi sığmayan bu saldırının araştırılması için CHP’nin Meclis’e verdiği gensoru önergesi reddedildi. Katliama dönüşmesi an meselesi olan cenazedeki olaylara dair etkin bir soruşturma yürütülmedi.
Davaya tetikçilerin yakalanmasıyla 1981 yılında başlandı. Azmettirici Ömer Ay, cinayetten bir süre sonra sahte pasaportla[2] Almanya’ya kaçmıştı. Bir trafik ihlali sonucu Hamburg’ta yakalanan ve kırmızı bültenle arandığı anlaşılan Ay, Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi gereğince idam edilmemesi koşuluyla 1982’nin sonlarında Türkiye’ye iade edildi. Mahkeme, tetikçilerin idam cezası ile cezalandırılmasına hüküm verirken, Ömer Ay’ı müebbet ağır hapis cezası istemiyle yargıladı; vekillerinin itirazları sonucu da 24 yıl ağır hapis cezasıyla cezalandırılmasına hüküm verdi. Ömer Ay, yaklaşık dört yıllık cezaevi sürecinin ardından 1986 yılında tahliye oldu. Mehmet Onur Miman, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’ndan (halk dilinde beşte bir yasası) yararlanarak 1991 yılında tahliye edildi. Almış olduğu ve kesinleşen iki idam ve 36 yıl hapis cezasının da olması sebebiyle tahliye kararı verilmeyen Uğur Coşkun’un ise 1992 yılında nasıl Belçika’ya kaçtığı konusu hala bir muamma.[3]
Dipnotlar:
[1] Öyle bir kaleydi ki dönemin Nevşehir Jandarma Alay Komutanı Binbaşı Özgün Özcan’ın ve solculara yaptığı işkencelerle ün salan Yüzbaşı Kemal Şanlı’nın Haluk Kırcı ve Abdullah Çatlı gibi ülkücü militanların taburda talim yapmasına olanak sağladıkları iddia ediliyordu.
[2] Ülkücü militanların ihtiyaç duyduğu sahte pasaportlar uzunca bir süre Nevşehir Emniyeti’nden çıkarıldı. Öyle ki Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca ve Ömer Ay için aynı tarihte verilen pasaportların seri numaraları birbirini takip ediyordu. 1983 yılında bilinmeyen bir nedenle pasaport dairesinde çıkan yangın sonucu tüm evraklar imha edilmiş oldu.
[3] 2010 yılında Genelkurmay Başkanlığı’na yaptığımız başvuru sonucu cinayete dair dava dosyalarından Mehmet Onur Miman’a ait olan dosya içeriğinin Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşiv Dairesi’nde, Uğur........
© Bianet
