Sembolik baba kültürel ve psikolojik ihtiyaç… (2)
Atatürk, Türklerin “Atası” olarak yüceltilmiş, ideal bir baba figürü olarak konumlandırılmıştır. Türkiye’de baba gereksinimi büyük ölçüde bu figür üzerinden karşılanmıştır. Atatürk’e duyulan hayranlık, yalnızca politik bir bağlılık değil; aynı zamanda psikoanalitik anlamda ödipal bir özlemdir. Atatürk’le kurulan ilişkide birçok insan çocuk konumunu terk etmek istemez. Onunla ilgili her eleştiri, yasa ve kimliğe yönelmiş bir saldırı gibi algılanır. Atatürk yüce, kahraman, ulaşılmaz bir figürdür. İşte bu nedenle, Atatürk eksik ve yaralı babaların yerine yerleştirilmiş simgesel bir babadır. Onu reddedenler ise bu boşluğu başka figürlerle doldurur: Hz. Muhammed, Ali ya da günümüzde Reis, Başbuğ (Reis ve başbuğ aslında ikincil/yedek babadır ve onların da yücelttiği başka ‘asıl’, ‘öz’ bir baba vardır. Mesela Atatürk, Muhammed gibi) gibi liderler. Reis ve başbuğ biraz da içimizden, bizden biri olan reel babadırlar, mitleştirmek güçtür. Çünkü birincil babaların uzaklığı, soyut kişiler olmaları onları mitleştirmeyi kolaylaştırır ve anlatıların sağlamasını yapmak zordur. Zayıf babanın çocukları, yani babasız çocuklar otoriteye bağımlıdırlar ve bu kişiler reel/somut ve canlı/gerçek bir baba arayışı daha yoğundur.
Freud’un Ödipus kompleksi çerçevesinde, çocuk, babaya duyduğu hem hayranlık hem de rekabet duygusuyla büyür. Büyüyebilmesi için babayı “öldürmeli”, yani onu geçebilmelidir. Ama eğer baba ya ulaşılmazsa ya da değersizse, çocuk bu süreci tamamlayamaz. Böylece birey de toplum da yetişkinliğe geçemez, olgunlaşamaz.
ÖDİPAL TOPLUMLAR
Ödipal toplum, baba figürünü yüceltir. Onun yerine bir yasa koyar. Toplumun bilinçdışında bu figürler — Atatürk, Muhammed, Ali, Devlet — yalnızca tarihsel değil, arketipsel babalardır. Bu toplumda birey, çocuk kalmak ister. Baba güçlüdür, baba bilir, yönetir, baba korur. Zorlukta babanın söylediklerine bakılır. Bu ama çocuğu ileri taşımaz, çünkü baba eskiye/geçmişe ait bir figürdür ve günün gerçekliğine yanıtlar sunmaz. Buna rağmen onun söyledikleri yaptıkları idealleştirilir ve her sorunu çözebilir formüle dönüştürülür. Sözler efsunlanır yani… Çocuk babasına sürekli itaat eder. Bu durum özgürleştirici değil de kullaştırıcıdır aslında. Baba figürüne yönelik eleştiriler, bu nedenle varoluşsal bir tehdit gibi algılanır. Atatürk’e Muhammed’e Ali’ye dair söylenen negatif ya da insanlaştırıcı bir söz saldırı gibi algılanır. Kişi kendisine narsistik saldırı sayar bunu. Ve narsistik incinmelere tepki çoğu kez şiddetle olur. Çünkü o figür yalnızca bir kişi değil, düzenin taşıyıcısıdır.
Ancak her ödipal yapı bir paradoks taşır: Çocuk, babaya hem hayranlık duyar hem de onu devirmek ister. Baba yaşamalıdır ki çocuk onun korumasında kalabilsin; ama aynı zamanda ölmelidir ki çocuk büyüyebilsin. Bu nedenle ödipal toplumlar ya sahte sadakatle baba figürünü sonsuzlaştırır, ya da sürekli yeni baba arayışlarına girerek bir ikame döngüsüne saplanır. Modern dönemde Atatürk’ten sonra Başbuğ ve Reis gibi figürler bu koltuğa oturtulmak istenmiştir. Bu bile aslında ödipal birinci babayı katletme girişimidir. Reis’in Atatürk bazen de peygamber yerine konulma çabaları… Ancak modern çağda mitolojik figür yaratmak zordur. Her söz, her davranış denetime açıktır. Mitin büyüsü bozulur. Ve böylece bu figürler simgesel baba mertebesine tam anlamıyla ulaşamaz. Erdoğan bir yandan peygamberleştirilir diğer yandan en çok yalan söyleyen, sözünde durmayan lider olarak da imlenir.
BABASIZLIK SÜRÜYOR
Geleneksel toplumda çocuklar genellikle babasızdır. Ancak bu yokluk, modern anlamda bir yokluk değil; daha çok bir uzaklıktır. Geleneksel baba, bugünkü babaya benzemez. Çocuğun hayatında duygusal ya da fiziksel olarak fazla yer almaz. Ne bakım verir ne de duygusal bir ilişki kurar. Bunun temel nedeni, toplumsal iş bölümüdür: Baba evin dışında çalışır, evin geçimini sağlar. Ev ise çocuğun merkezidir. Baba dışarının adamıdır. Çocuğun terbiyesi, bakımı ve duygusal regülasyonu annenin görevidir. Bu görevler, anne ile çocuk arasında kaçınılmaz olarak yoğun bir bedensel ve duygusal bağ kurulmasına neden olur.
Bebekler ve küçük çocuklar, kendileriyle ilgilenen, ihtiyaçlarını karşılayan ve onları rahatlatan kişiye bağlanırlar. Bu kişi genellikle annedir. Kentleşme, eğitim, sosyal reformlar bu yapıyı yüzeyde dönüştürmüş gibi görünse de özde devam etmektedir. Baba, çoğunlukla akşam eve yorgun gelen, çocuğuyla sınırlı temas kuran adamdır. Evdedir ama temas etmez. Varlığı fizikseldir ama duygusal değildir. Ve böylece babasızlık yalnızca geleneksel toplumun değil, modern toplumun da görünmez sürekliliğine dönüşür.
BABANIN YAPISAL VE DUYGUSAL YOKLUĞU ARASINDAKİ FARK
Yapısal yokluk, babanın fiziksel olarak evde olmaması ya da çocukla zaman geçirmemesi durumudur. Geleneksel toplumsal rollerde baba “evin reisi”dir, ama bu reisliğin çocukla ilişkisel bir karşılığı yoktur. Baba çalışır, evi geçindirir, otoriteyi temsil eder. Ama çocukla gündelik yaşamı paylaşmaz. Yani baba evin “dış”ıdır — çocuk ise “iç”tedir.
Duygusal yokluk ise babanın fiziksel olarak evde bulunmasına rağmen, çocukla duygusal bağ kurmamasıdır. Bu durum modern toplumlarda daha sık görülür. Baba aynı evde yaşar, aynı sofrada oturur, aynı çatı altındadır; ama çocuğun duygularına, ihtiyaçlarına, dünyasına temas etmez. Vardır ama hissedilmez. Baba oradadır ama çocuğa dönük değildir. Çocuk için bu, çok daha karmaşık bir boşluk yaratır: Çünkü eksiklik görünmezdir. Baba “varmış gibi” görünür ama yoktur.
YAPISAL YOKLUKTA BABA BİR GÖLGE, DUYGUSAL YOKLUKTA BİR HAYALET
Yapısal yoklukta çocuk, babayı bir gölge gibi deneyimler. Evde sesi yoktur ama adı geçer. Annenin ağzından konuşur, sofrada kural olur, yasakta otoriteye dönüşür: “Babana söylerim” ya da “sakın baban duymasın” … Kendisi görünmezdir ama düzen onun adına işler. O bir ima, bir gölge: adı var, bedeni yok bir otorite. Duygusal yoklukta ise baba bir hayalet gibidir. Evde dolaşır ama dokunmaz. Aynı masada oturur ama bakmaz. Oradadır ama yok gibidir. Ve çocuk bu görünmezlik karşısında derin bir yetersizlik, değersizlik ve terk edilme duygusunu içselleştirir. Kendisini sevilmeye değer biri olarak hissedemez. Çünkü yanında duran baba, ona yönelmemiştir. Bakışı kaçak, ilgisi kırpılmış, sevgisi eksiktir. Baba artık yalnızca bir figür değil, bir narsistik yara haline gelir.
Böylesi bir babayı geçmek — yani sembolik olarak “öldürmek” — imkânsızlaşır. Çünkü baba ya gölgedir (gölgeyle savaşılmaz), ya da hayalet (hayalet öldürülemez). Freud’a göre, çocuk büyüyebilmek için babayı geçmeli, yani onu aşmalıdır. Ama bu babalar geçilemez. Çünkü biri zaten yoktur; diğeri ise ulaşılamaz. Ve böylece çocuk, gerçek bir özdeşleşme geliştiremez. Bu eksiklik çoğu zaman yüceltmeyle telafi edilir. Baba yoktur ama onun yerine konan ideal baba her yerdedir. O, ulaşılamaz, hatasız, yüce bir figürdür. Atatürk, Muhammed, Ali, Reis, Başbuğ… Bu idealleştirilmiş babalar hem yitirilmiş babanın yerini doldurur hem de çocuğun onu geçmesini — yani bireyleşmesini — imkânsız kılar. Burada........
© Artı Gerçek
