menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Barış üzerine - III: Sarılın ya da öp elimi barışalım

55 9
23.02.2025

Her bireyin, her ailenin, her kültürün kendine özgü barış ritüelleri vardır... Barıştan söz ediyorsak aslında barış öncesinde yaşanmış bir haksızlık, adaletsizlik veya eşitsizlikten söz ediyoruz. Bu diskur barış öncesi kavga, kırgınlık, incinme, savaşı da içeriyor. Bazen haksızlık, incinme her zaman gerçek olmayabilir; algılanan ya da kurgulanan adaletsizlikler, incinmeler de öfke doğurabilir. Bazen ‘seçilmiş kırgınlık, incinme’ de olabilir. Psikanalist Vamik Volkan’ın kuramsallaştırdığı ve ‘seçilmiş travma’ (Blindes Vertrauen=gözü kapalı güvenmek, 2005, s. 39) olarak tanımladığı olguya benzer bir şeyden söz ediyorum. Kişi kendi yaşamadığı ama tanığı olduğu ya da duyarak, okuyarak ve olayın mağduruyla özdeşleşerek yaşadığı bir incinme olabilir. Mesela işkenceden haberdar olan birinin kendisi işkence görmemesine rağmen özdeşleşme ve empati üzerinden mağdurun duygularına yakınlaşması ve bu incinmeleri sahiplenmesi gibi. Kısacası zulmün olduğu yerde reel mağdurlarla dolaylı bir biçimde mağdur olanlar var.

Barış takvimini geriye aldığımızda karşımıza kurgulanmış ya da gerçek bir kötülük çıkar ve zaten barış da bu kötülüğün acısını dindirmek, kötülüğe dur demek için yapılır. İncinmelere, aşağılanmalara, düş kırıklıklarına olay anında verilemeyen tepkinin daha sonra giderilme ve onarılma çabasıdır barış biraz da. Geçmişte önlenemediğinden ve sonra da tepki verilemediğinden adalet sağlanamamıştır… Hayatın bir yerinde, bazen istemeden, bazen kasıtlı olarak birine zarar verilir. Kötü çıkar karşımıza. Barış, işte bu hasarı onarma kötüyü dönüştürme çabasıdır. İnsan, bir durumu önceki haline döndürmeyi denemek ister. Kötü olmadan önceki durum. Bu imkansızdır. Ama yeni kötü’leri ve zulümleri engelleme başarılabilir. Ancak gerçek bir barış için pişmanlık, bağışlama, yanlışın farkına varma ve bu yanlışı giderme çabası gerekir.

Barış sürecinde bazen bir suçlu ve bir masum, mesele iki taraf arasında asimetrik güç ilişkisi varsa. Bazen de iki masum ya da iki suçlu olabilir. Ancak barışın temel şartı, suçun bilincinde olmak ve bu bilinci, acıyı ortadan kaldırmaya/durdurmaya yönelik bir çabaya dönüştürmektir. Fakat mağdur ve fail arasındaki asimetrik güç ilişkisi sürüyorsa, adaleti sağlayacak üçüncü bir kuruma ihtiyaç olabiliyor. Ayrıca zulüm sonrası iki taraf da çok afektif davranabiliyor. Çünkü bu konuşmada tarafların yaralarını göstermeden görüşmeleri çok zor. Bu görüşmelerde sembolik ya da reel olarak suçlunun cezalandırılması adalet duygusun oluşturulması gerek.

Ancak bu kültürde benim tanıdığım birçok barış ritüelinde gerçek bir barışın sağlanmadığını gördüm.

Toplumlar, grup içindeki düşmanlıklara tahammül edemez. Çünkü iç çatışmalar, dış tehditler karşısında topluluğu zayıf ve savunmasız bırakır. Bu yüzden grup içi anlaşmazlıklar giderilmek zorundadır. Eğer reel bir dış tehdit varsa, bu barışma süreci hızlandırılır ve bu, gerçek barıştan çok “barışmış gibi yapma”dır. Dış düşmanlar, grubun kendi içindeki problemleri hızlıca örtbas ederek düşmana karşı birliği sağlamaya çalışır. Bu, aslında barıştan çok geçici bir ittifaktır.

Düşmanla mücadele nedeniyle bir araya gelenler, zamanla kendi aralarındaki sorunları görmezden gelebilirler. Çünkü aralarındaki çatışma enerjisini düşmanla mücadeleye harcayabilirler. Burada kendi aralarındaki düşmanlığı ve öfkeyi ortak düşmana yansıtarak kendileri kavgasız bir dönem geçirebilirler.

Savaşı kötü yapan bir diğer mesele de belirsizliktir. Savaşın nasıl gelişeceğini, her çatışmanın nasıl sonlanacağını asla kesin olarak bilemezsiniz. Savaşta kimin öleceğinin belirsizliği. Savaşı ne zaman başlatacağını belirleyebilirsiniz ama ne zaman biteceği belirsizdir. Maliyeti hesaplanamaz, sonuçları öngörülemez… Bir boks maçı izledim: Eli yüzü şişmiş, kanlar içinde kalmış bir boksörün elini havaya kaldırıp galip ilan ettiler. Kavgalar, çatışmalar, savaşlar… Yenenin de kanlar içinde kaldığı, yaralandığı bir gerçeklik… Barıştaki en sıkıntılı durum da yine belirsizliktir. Barışın nasıl sonuçlanacağını, hangi tarafın ne kazanacağını kestiremezsiniz. Barış birlikte kazanma projesidir, ‘ben daha kazançlı çıkacağım’ denildiğinde başka bir savaş sürüyordur ve orada konu artık barış değildir. Barış sürecinde her iki taraf da kazançlı çıkmak ister, ancak her barış bir uzlaşmadır. Uzlaşmak ise, tam olarak istenilene ulaşamamak, karşı tarafa taviz vermek anlamına gelir. Oysa her taviz bir yenilgi olarak görülür ve bu da çoğu zaman mutsuzluk üretir. Oysa, eğer her tavizin aslında bir kazanç ve huzur anlamına geldiğini kavrayabilsek… Barışın kendisi, her toplum için en büyük kazançtır.

İnsan garip bir canlı. Korku hazzı diye bir şey var. Korkudan haz almak. Korku filmlerinde insanlar hem korkuyorlar hem de haz alıyorlar. Masallardaki canavarlar, devlet ürkütücüdür. Ama gene de dinleriz ve çocuklara anlatmaktan ve onları korkutmaktan da haz alırız. Korkutma hazzı var. Devletin usta olduğu ve sürekli uyguladığı yöntem. İnsanlar tehlikeden haz alıyorlar. En olmadık maceralara girişip haz alıyorlar. Ve insanlar acıdan haz alıyorlar. Ağzı acıdan yanan kişi acı biberi yemeyi ve haz almayı sürdürüyor. Mazoşizm... İnsanlar acı çektirmekten haz alıyorlar. Sadizm. Sapıklık, anormallik saydığımız bu eğilimleri entegre edebilmiş kişileri ‘normal’ olarak tanımlamıyor muyuz? Barış da insanın bu eğilimlerini yaşama olanaklarının yaratılması değil mi?

Barışın en büyük engeli, savaşın estetize edilmesi ve savaş anlatılarına haz eklenmesidir. Savaşı anlatanların da anlatılarında bir haz vardır: düşmanı, en çok korkulanı yenmek, korkunun getirdiği hazzı yaşamak… Korkuyu yenmenin ve yok etme anında hissedilen coşku ve tatmin duygusu… Savaş, kanlı ve ölüm dolu bir oyun olsa da hayatta kalmanın sevinciyle iç içe geçer. Ancak savaşı gerçekten yaşamış olanlar, onun acısını da bilir. Ölümün soğuk yüzüne her an bakmanın yarattığı dehşeti, korkunun insanı nasıl kemirdiğini…

İşte bu yüzden, savaş anlatıları kahramanlaştırılırken, ölümün ve öldürmenin gerçekliği göz ardı edilir. Savaşta askerlere öldürme hakkı ve cezasızlık tanınmış olsa da, gazi, kahraman denilse de öldüren herkes katildir de. İşte katil katlettiğinin hayatını düşünmekten kaçınır, cinayet inkâr edilir. Savaş sonrası kahramanlık anlatıları, aslında bu cinayetin üzerini örtmek için oluşturulan bir kalkandır. Caniliği gizlemenin/inkar etmenin en kestirme yolu, kahramanlık hikâyeleri yaratmak ve savaşa haz yüklemektir. Öldürmenin, zalim olmanın hazzı… Düşmanı mutlak bir şekilde alt etme, boyun eğdirme, üzerinde mutlak iktidar kurma ve onu tamamen yok etme arzusu… Düşmana karşı tanrısallaşma… Tanrının verdiği canı, Tanrı yerine kişinin alma isteği…

Yunanlıları denize dökmek, bir coşku anı olarak anlatılır belki ama gerçekte bu, zulmün coşkusudur. Yunan ordusunun Anadolu’daki ilerleyişi ve geride bıraktığı zulmün izleri ortadadır. Ancak bu zulüm, iki taraf için de kahramanlık öykülerine dönüştürülmüştür. Oysa hiçbir savaş gerçek bir zafer değildir. Ölümün, öldürmenin olduğu yerde zulüm, katliam ve acı vardır zafer ve başarı değil. Türkler ve Kürtler arasındaki gerilimi dindirmek için sıkça dile getirilen “Çanakkale’de birlikte acı çektik, savaştık, direndik ve öldük” anlatısı da benzer bir işleve sahiptir. Çanakkale, büyük bir toplu katliamdır ve asıl yapılması gereken, onun yasını tutmaktır. Ancak biz, bu kadar ölümden kahramanlıklar çıkarmaya devam ediyoruz. Denize döktüğümüz Yunanlılara üzülmeye başladığımızla değişeceğiz belki de…

Peki, Çanakkale’yi “birlik olalım, düşmanı yenelim” anlatısından çıkarıp, onun acısını, yasını ve travmasını anlamaya dönüştürebilir miyiz? Barış ve kardeşliği silah arkadaşlığı retoriği üzerinden kurguladığımızda, aslında savaş çığlıklarını da içinde taşıyan bir anlayışı sürdürmüş oluruz. Türkiye’de barış söylemleri çoğunlukla uluslararası ilişki dinamikleriyle bağlantılıdır. “Dış düşmanlara karşı birlik olalım” söylemi, içeride barışı değil, savaş halinin devamlılığını güçlendiren bir motivasyon yaratır. Dominant kültür ve grupların öncelikli bir barış isteği yoktur; bilakis, ırkçı söylemlerle sürekli savaş, toptan imha ve “kökünü kazıma” retoriği gündemde tutulmaktadır. Savaşı gerçekten yaşamış olanlarla, bugün onu anlatanlar arasındaki uçurum büyüktür. Savaş anlatılarının büyük çoğunluğu, gerçek savaşın dehşetini değil, onun estetize edilmiş, kahramanlığa dönüştürülmüş halini yansıtır.

Barış için bir çerçeve çizilir ve bu çerçevede barış ritüelleri belirli kurallara bağlanır, ritüelleştirilir. Örneğin, Alevi inancındaki “dara çekme”, bir tür dini yargılama, ceza ve barışma sürecidir. Bu süreç, grup içindeki sorunları çözme ve barışma fırsatı sunar.

Ayrıca dini bayramlar, bir anlamda barış bayramlarıdır. Ancak bu tür barışmalar çoğu zaman içten ve samimi değildir. Amaç, gerçek bir barış sağlamak değil, düşmanlaşan taraflar arasında diyalog kurulmasını sağlamaktır. Çoğu zaman gerçek bir barış sağlanmadığı için bu süreç bir kısır döngüye dönüşebilir: Barışma – küslük – tekrar barışma – tekrar küslük. Bu kesintili ilişkiler, aslında düşmanlığın keskinleşmesini önleme amacını taşır.

Bir başka geleneksel barış yöntemi helalleşmedir. “Hakkını helal etme” kavramı, aslında borçları ve alacakları sıfırlama ritüelidir. Ancak burada asıl amaç, kişisel huzuru sağlamaktan çok, topluluğun devamlılığını ve iç düzenini korumaktır.

Geleneksel toplumlar eşitlik yerine hiyerarşik düzenlere sahiptir. Bu düzen, saygınlık ve güç ilişkilerini de belirler. Örneğin, yaşlıların söz sahibi olması bir gelenektir. Köydeki saygın bir yaşlı, barış sürecinde otoriter bir üçüncü taraf olarak devreye girer ve tarafları barıştırma görevini üstlenir.

Bir çelişki gibi görünmesine karşın bir diğer barışma biçimi ise küsmektir. Küsmek, ilişkide bir mesafe koymayı sağlar ve böylece öfkenin yatışması için zaman tanır. Aynı zamanda susarak ve ilgiyi geri çekerek bir cezalandırma yöntemidir. Ancak küsmek, pasif-agresif bir ceza yöntemi olduğu için zaman zaman sadist ve faşizan bir özellik taşıyabilir. Küsen kişi, karşısındaki kişiyi değersizleştirir. Faşizm de benzer şekilde, karşı tarafı insan yerine koymama, onu yok sayma........

© Artı Gerçek