Babası olanın derdi var… (1)
Baba’dan hepimiz aynı şeyi anlıyoruz. Ama babanın görmezden gelinen başka bir anlamı da var. Dert, hastalık, bela… Baba değsin, baba mı değdi’de ortaya çıkan anlam…
Son yıllarda ortaya çıkan kültürel iklim, bir yandan "kutsal"a sürekli vurgu yaparken, diğer yandan onu sıradanlaştırmakta ve içini boşaltmaktadır. Kutsalı her alana taşımak, onu gerçekten yüceltmek değil; aksine, gündelik ve önemsiz meselelerin içine çekerek kırılgan ve yaralanabilir hale getirmektir. Çok tanrılı inanç sistemlerinde tanrılar insanlara uzak değildi. Tanrı ya da tanrıçalar belirli alanlardan sorumlu olur; kıskanabilir, öfkelenebilir, âşık olabilirlerdi. Bereketten savaşa, havadan doğurganlığa kadar çeşitli alanlarda işlevsel ve ilişkilenebilir varlıklardı. İnsanlara benzerlikleri, onları hem erişilebilir hem de yaşama dair kılardı. Kutsal, bu bağlamda gündelik hayatla iç içe ve doğrudan temas kurulabilir bir şeydi.
Tek tanrılı dinlerle birlikte bu yapı dönüşüme uğradı. Tanrı, insani niteliklerden arındırıldı; eski tanrıların yetileriyle donatıldı fakat bu kez mutlak, aşkın ve ulaşılmaz bir varlığa dönüştü. Artık ne kıskanabilir ne gülebilir ne de ağlayabilir hale geldi. İnsanla benzerliğini yitirdi, yücelere çekildi. Bu aşkınlık ona eleştiriden muafiyet sağlarken, aynı zamanda onunla doğrudan ilişki kurma imkânını da ortadan kaldırdı. Tanrı, yalnızca peygamberler, kutsal metinler ya da din âlimleri aracılığıyla konuşan, soyut bir otorite haline geldi. İşte tam da bu aşkınlık hâli, kutsalın dokunulmazlığını pekiştirirken, insanla kurabileceği ilişkiyi boşlukla doldurdu. Kutsal, giderek dokunulmaz ama aynı zamanda ilişkilenemez, yüce ama gündelik hayattan kopuk bir forma büründü.
Günümüzde ise bu kutsal figürü savunanlar, onu yeniden gündeliğe ve güncele indirgediler. Kutsalı hayatın her alanına soktular. Bu durum, onun yücelerdeki o korunaklı ve dokunulmaz konumunu yitirmesine neden oldu. Artık her mesele kutsal üzerinden açıklanıyor, her soruya kutsaldan cevap aranıyor. Böylece kutsal, yön belirleyen bir ilkeden ziyade, kullarını elinden tutarak yürütmeye çalışan otoriter, kaba ve vesayetçi bir baba figürüne dönüşüyor. Bu figür, insanın olgunlaşmasını, kendiyle baş edebilmesini, otonomisini ve sorumluluk almasını engelliyor. İnanan bireyler "kullar" olmaktan çıkıp her konuda mutlak itaate zorlanan "kölelere" dönüşüyor.
Günümüzde çocuk hakları, kadın hakları, işçi hakları ya da insan haklarına dair her tartışma, kutsal referanslara projekte edilerek tartışma dışı bırakılıyor. (Oysa bu haklar geçmişte ve bugün kutsala karşı verilen mücadelelerle edinilmiştir.) Kutsala yönelen bu sürekli projeksiyonun temelinde ise İbrahimi dinlerin Tanrı’sının insanlarla doğrudan ilişki kurmaması yatıyor. Tanrı doğrudan konuşmadığı için onun adına konuşan "hoca", "âlim" ya da "mürşit"ler devreye giriyor. Onlar da bir hadis veya kıssa üzerinden sundukları yorumları Tanrı'nın doğrudan sözleriymiş gibi meşrulaştırıyor.
Daha önce bazı yazılarımda bu durumu Midas etkisi olarak adlandırmıştım. Mitolojik anlatıya göre, şarap tanrısı Dionysos'un yoldaşı Satyros, Frigya'da dolaşırken Midas'ın gül bahçesinde uyuyakalır. Onu bulan Kral Midas, konuğunu on gün boyunca sarayında ağırlar. Bu konukseverlikten etkilenen Dionysos, Midas'a bir dilek hakkı sunar. Midas, dokunduğu her şeyin altına dönüşmesini ister. Ancak kısa sürede bu dileğin lanete dönüştüğünü fark eder: Yiyecekler, içecekler ve hatta en sevdiği gül bahçesi bile altın olur. Sonunda bu gücün geri alınması için Dionysos'a yalvarır.
Kutsalın her alana sokulması da böylesi bir lanete dönüşebilir. Bugün yaşamın her alanı kutsallık iddialarıyla bezeli: Bir hocanın, şeyhin ya da gavsın herhangi bir sözü kutsallaşabiliyor. Kıçın nasıl yıkanacağından mahremde kimin üstte olacağına; sakız çiğnemekten halay çekmeye, türkü söylemeye, gülmeye kadar her davranış kutsal ölçütlere bağlanıyor. Hatta rüyalar bile "sakıncalı" ya da "sakıncasız" diye ayrılıyor. Böylece yaşamın tüm alanı kutsallaştırılıyor ve eleştiri imkânsız hale geliyor.
Bugün artık günah sayılmayan neredeyse hiçbir eylem, hiçbir eğlence kalmadı. Boğuluyoruz. Kral Midas'ın altına çevirdiği nesneler gibi, dokunulan her şey kutsallaştıkça değerini yitiriyor. Kutsalı her yere sokmak, onu yüceltmek değil, sıradanlaştırmak; hatta zamanla alay edilebilir, karikatürize edilebilir hale getirmektir. En sonunda ise kutsalın içi boşalır, efsunu, parlaklığı söner. İnananlar kendi kutsallarını öldürüyor. Bu enflasyonist kutsallık kullanımı, kutsalın değerini pula çeviriyor. Dini eğitim yaygınlaşıyor, ama kutsal değerler ciddi bir aşınma yaşıyor. İnanmayanların sayısı artıyor. İnanç, gösteriye dönüştükçe inandırıcılığını kaybediyor. Burada kutsalı ödipal bir yok ediş yok. Kutsalın yavaşça ve dolaylı tüketilmesi var…
Anneye de kutsallık atfediliyor. Cennet, annenin ayakları altına konuluyor. Çocuklar "melek" sayılıyor. Yani melekler için en layık yer annenin ayakları. Bu söylem dokunulmaz bir annelik imgesi yaratıyor. Ancak bu idealize figür, aynı zamanda büyük bir riyakârlığın örtüsüdür. En kutsal sayılan anne figürüne karşı en şiddetli saldırılar da bu kültürden çıkıyor. Annelik kutsanırken, öfke anlarında annenin bedenine yönelik küfürlerin en ağırları dile getiriliyor: "Ananı..." ile başlayan cümleler, annenin kutsiyetini yerle bir ediyor. Namus ve ahlak gibi söylemlerin merkezine yerleştirilen anne figürü, çatışmalarda ilk hedef haline geliyor. Kendi annesini kutsal sayan bir bireyin, başkasının annesini cinsel hakaretin nesnesi haline getirmesi, bu çarpık kutsal söylemin iki yüzlülüğünü ortaya koyuyor. En çok değer verilen, aynı zamanda en kolay kurban edilen oluyor.
Bayrak da benzer biçimde kutsallaştırılıyor. "Uğruna ölünür" deniliyor. Ve gerçekten de insanlar bu uğurda ölebiliyor. Ama bu mutlak değer iddiası, büyük bir çelişkiyi içinde barındırıyor: Bu ülkede yakılmamış bayrak kalmadı. Çin, Amerikan, Yunan, Alman, Fransız bayrakları defalarca ateşe verildi. Bir yandan kendi bayrağımızı kutsal sayarken, diğerlerinin bayrağını "paçavra" olarak görmek, aslında kutsallığın kendisini milliyetçi bir üstünlük fetişine dönüştürmek demektir. Bir bayrağın kutsal olduğuna inanmak, o kutsallığı başkalarının bayrağına da aynı asgari saygıyı göstererek koruyabilir. Aksi takdirde bu yalnızca narsistik bir milliyetçilik gösterisine dönüşür.
Babanın katli
Psikanalizde daha önceki yazılarımda söz ettiğim bir fenomen var: babasız toplum. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman erkeklerinin cepheye gönderilmesi, bazılarının ölmesi, bazılarının ise uzun süre esaret altında kalmasıyla birlikte toplumda ciddi bir erkek eksikliği oluştu. Birçok çocuk babasız büyüdü. Daha sonraki yıllarda ise iş hayatının zorunlulukları nedeniyle erkekler evden, dolayısıyla da çocuğun duygusal dünyasından uzaklaştı. Bu eksiklik yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda simgeseldi.
Bizde ise bu gerçeklik, kahramanlık, kurtuluş ve başarı öyküleriyle perdelenmiştir. Oysa Osmanlı’nın son dönemlerinde süregelen savaşlar — Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı — Anadolu’daki erkek nüfusunu cepheye sürüklemiştir. Fransa’dan lejyoner ithal edilmedi; bu savaşları Anadolu’nun erkekleri verdi. Anadolu, uzun süre “az erkekli” bir dönem yaşadı. Çocuklar, babasız........
© Artı Gerçek
