Ya Kur’an Dini ya Hurafe Dini – Ortası Yok!
İslam dini içinde hadislerin konumu konusunda farklı yaklaşımlar vardır. Geleneksel Sünnî anlayış, Kuran-ı Kerİm ile birlikte Hz. Peygamber’in hadis ve sünnetini dinin ikinci temel kaynağı kabul eder. Buna karşılık bazı çevreler, hadisleri toptan reddetmemekle birlikte sadece Kur’an’a uygun olan hadisleri benimser; Kur’an’a veya akla aykırı görülen rivayetleri ise reddeder. Bu ikinci yaklaşım, zahirde Kur’an’ı merkeze alıyor gibi görünse de aslında yine hadis literatürünü bir ölçüt olarak kabul etmektedir.
Geleneksel Sünni ulema, sahih ve güvenilir ravilerle aktarıldığı sürece, Kur’an’a uygun olsun veya olmasın her hadisi dini delil kabul edenler. İkincisi ise, ılımlı hadisçiler diyebileceğimiz gruptur. Hadislere mesafeli görünür, “Ben hadisleri Kur’an süzgecinden geçiririm; sadece akla ve Kur’an’a uygun olan az kısmını kabul ederim” derler. İlk bakışta Kur’an merkezli bir yaklaşım sergileseler de, aslında bu ikinci grup da birincisi gibi hatadadır. Zira her iki yaklaşım da Kur’an dışında hadis adlı ikinci bir kaynağa kapı aralamaktadır. Aralarındaki tek fark, ikincilerin daha az hadis almasıdır; ama sonuç değişmez. Dinde Kur’an’dan başka kaynak tanımadıkça, hadis kapısını tamamen kapatmadıkça, o aralık kapıdan giren hurafelerin, çelişkilerin ve şeytani saptırmaların önü alınamaz. Hadislere “az da olsa” otorite vermeye devam edenler, aslında Kur’an’ın tek kaynak oluşu ilkesini çiğnemekte ve dine insan yapımı rivayetleri karıştırma hatasını sürdürmektedir. Kur’an ayetleriyle, İslam’da tek hakiki kaynağın Kur’an olduğunu ve tüm hadislerin bütünüyle reddedilmesi gerekildiği bellidir. Bundan sonra söyleyecek söz yoktur.
Ancak biz yine de bunlara gerek olmasa da hadisçileri kendi silahıyla vurmak için de Hz. Muhammed’in hadis yazdırmadığını, hadis külliyatının siyasİoyunlar, kişisel çıkarlar ve İsrailiyat (yabancı uydurma etkiler) sonucu oluştuğunu birçok kere kanıtladık. Sonuçta, ister geleneksel ister ılımlı olsun, hadislere dayanan her görüşün aslında Kur’an’a aykırı olduğu anlaşılacak; hadislerin bir safsata yığını olarak görülüp dinden tamamen çıkarılmasının zorunlu olduğu nettir.
Önemli Not: Kuran Ayetlerinden Sonra Bu Konuya Nokta Konulsa da, Sırf Hadislere İnananların Kendi İnandığı Kitaplardaki Çelişkileri Göstermek İçin Yine de Hadis Kitaplarına Bir Göz Atalım
Öncelikle şunu vurgulayalım: Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed, kendi sözlerinin din adına kayda geçirilmesine asla izin vermemiş, bunu açıkça yasaklamıştır. Bu, bizzat kendi inandıkları hadis kaynaklarının da naklettiği bir gerçektir. En güvenilir hadis kitaplarından Sahih-i Müslim’de ve Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde Hz. Muhammed’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Benden Kur’an dışında hiçbir şey yazmayın. Kim benden Kur’an dışında bir şey yazmışsa imha etsin.” Yine Darimî’nin Sünen’inde, sahabenin Allah’ın Elçisinden sözlerini yazmak için izin istediği fakat kendilerine izin verilmediği belirtilir. El-Hatib el-Bağdadi’nin Takyidü’l-İlm adlı eserinde geçen bir rivayet ise olayı daha da netleştirir: Sahabe, Hz. Peygamber’in hadislerini yazmaktayken Allah’ın Elçisi çıkagelir ve “Yazdığınız nedir?” diye sorar. Onlar “Senden işittiğimiz hadislerdir” deyince, Peygamberimiz şöyle uyarır: “Allah’ın Kitabı dışında başka bir kitap mı istiyorsunuz? Sizden önceki milletler, Allah’ın Kitabı yanında başka kitaplar yazdıkları için yoldan çıktılar.” Hatta Tirmizi’de de sahabenin “Allah’ın Elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi” dediği yer alır. Görüldüğü gibi Resulullah, kendi inandıkları kitaplarda da Kur’an dışında hiçbir sözünün yazıya geçirilmesini istememiş; tam aksine yasaklamıştır.
Bu tarihi gerçek, son derece önemlidir. Çünkü geleneksel Ehl-i Sünnet anlayışına göre hadisler de tıpkı Kur’an gibi dinin hüküm kaynağıdır; Allah’ın Kitabı yanında “Sünnet” adıyla Peygamber’in hadisleri de dini bağlayıcıdır derler. Peki öyleyse, eğer hadisler dinin Allah katındaki ikinci kaynağı idiyse, Bizzat hadis kitaplarında yazan şudur ki; Hz. Peygamber nasıl olur da bunların yazılmasını yasaklar? Böyle bir yasak, insanların dini bilgiyi eksik öğrenmesine, Peygamber’in sözlerinin unutulup karışmasına yol açmaz mıydı? Bu, Ehl-i Sünnet yaklaşımına göre akıl almaz bir durumdur. Kur’an’da kalemle yazıya büyük önem verilir; vasiyetin ve borcun bile yazılması emredilir. Ne hikmetse! son derece önemli dini hükümler içerdiği iddia edilen hadislerin ise yazılmasına izin verilmemiştir. Eğer hadisler de dinin vazgeçilmez bir parçası olsaydı, Allah’ın Elçisi mutlaka onların yazılmasını teşvik eder, tedbir alırdı. Oysa rivayetler bunun aksini, yani yazdırmadığını ve hatta menettiğini söylüyor. Bu durumda ancak tek bir çıkarım mümkündür: Hadisler, dinin Allah katında konulmuş bir parçası değildi ki Peygamber onların kayıt altına alınmasını gerekli görmedi. Bu tutarsızlığı meşrulaştırmak için Gelenekçilerin; ‘’Hadisler Kuran ile karışmasın diye bilinçli olarak yazdırılmadı’’ diyerek Kur’an gibi Alemlerin biricik Rabbi olan Yüce Allah’ın koruma sözü verdiği bu son kutsal kitabı, hadislerle karışacak diye nitelendirmeleri korkunçtur.( Gerçi ayetleri keçinin yiyip hükmünün dinden düştüğüne inanlar için bu ne ki?) Buna inananlar tabi ki gerçek Müslüman değildir. Nitekim Resulullah’ın asıl sünneti, kendi adına Kur’an’a ilaveler yapan kitaplar yazdırmak değil, hiç yazdırmamaktır. Çünkü din adına tek kaynak Kur’an’dır ve bu gerçeği en iyi bilen kişi elbette Hz. Muhammed’dir. O, ileride ümmetin teferruat merakını, peygamberlerini neredeyse ilahlaştıracak takıntılarını, rivayetlere boğularak parçalanacaklarını önceden öngörmüş ve hadis yazımını yasaklayarak gerekli tedbiri almıştır. Peygamberimizin bu öngörüsünün ne kadar isabetli olduğunu, bugün oluşan devasa hadis literatürüne ve onun sebep olduğu ihtilaflara bakınca daha iyi anlıyoruz.
Yine hadis ve siyer kaynaklarından alıntılarsak; Hz. Peygamber’in vefatından sonra da sahabe, hadislerin yazıya geçirilmesi konusunda asla izin vermeyerek gayet net davranmıştır. Dört Halife devrinde, Resulullah’tan duyduklarını ve bunların yazılı metinler haline getirilmesine izin vermedikleri tarihi kaynaklarda belirtilir. Mesela ilk halife Hz. Ebu Bekir’in, rivayete göre, toplamış olduğu yaklaşık 500 hadislik bir nüshayı bizzat yaktırdığı anlatılır. Üvey kızı Hz. Âişe şöyle aktarmıştır: “Babam, Resulullah’tan 500 hadis derlemişti. Bir gece yatağında dönüp durdu. (Sabah olunca) ‘Kızım, yanındaki hadisleri getir’ dedi. Getirdim. Ateş istedi ve onları yaktı. Neden yaptığını sorunca şöyle cevap verdi: ‘Bu hadisler yanımda olduğu halde ölmek istemiyorum. İçinde güvendiğim kişilerden duymuş olsam da aslında nakledildiği gibi olmayan sözler bulunmasından ve onları öyle rivayet etmekten korkuyorum.’” Görüldüğü üzere Hz. Ebubekir, güvenilir sandığı ravilerden duymuş olsa bile hadislerin şirk olduğunu bildiği için bunları bırakıp gitmeyi doğru bulmamıştır. Yine ikinci halife Hz. Ömer’in de hadis rivayetlerine karşı mesafeli olduğu, hatta sahabeden Ebu Hureyre gibi çok hadis anlatanları uyardığı, bazı rivayetleri yasakladığı tarihi kaynaklarda geçer. Ömer bin Hattab, kendi halifeliği zamanında insanların Kur’an yerine hadislere yönelmesinden endişe etmiş “Allah’ın Kitabı ortadayken başka kitaplar yazmaya gerek yok” demiştir. (Bu tavrını, bazı kaynaklar onun “Kur’an bize yeter” sözüyle dile getirdiğini belirtir). Kısacası, Hz. Peygamber’in yakınında bulunan kuşak, hadislerin yazılıp yaygınlaştırılması konusunda son derece dikkatli ve net davranmıştır. Bu dönem için meşhur hadisçi el-Harevî şöyle der: “Ne sahabe ne de tâbiîn hadisleri yazıyorlardı’’. Bunun bir istisnası yoktur. İlim kaybolup alimler teker teker vefat etmeye başlayınca, 8. Emevi Halifesi Ömer bin Abdülaziz, Ebu Bekr bin Hazm’a bir mektupla hadisleri araştırıp yazmasını emretmiştir. Görüldüğü gibi, yaklaşık 90 yıl boyunca (Hicri birinci asır sonlarına dek) hadisler sistematik bir tedvin (derleme) görmedi. Emevi halifesi Ömer bin Abdülaziz (hicri 99-101) devlet eliyle ilk defa yazdırma girişiminde bulundu. Bu göreve Ez- Zuhri görevlendirildi. Fakat onun vefatından sonra gelen halife Yezid bin Abdülmelik bu çalışmayı durdurdu; daha sonra Hişam bin Abdülmelik zamanında meşhur Muhammed bin Ez-Zuhri, ilk ciddi hadis toplayıcısı olarak işe girişti. Bu süreç bile zoraki ve halifenin baskısıyla yürümüştür. Nitekim Ez-Zuhri’nin şu itirafı nakledilmiştir: “Biz hadis yazmaktan hoşlanmıyorduk. Ne var ki o yöneticiler bizi buna zorladılar.” Bu cümle, hadislerin kitaplaşmaya başlamasının ardında siyasî otoritenin baskısı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim yazdığı hadislerde buna örnektir. Örnek; ‘’Müslümanlara, emir sahiplerine itaatı farzdır.’’ ‘’Başınızda siyahi bir köle bile olsa emirlerini dinleyin itaat edin.’’ ‘’Kureyş’e İtaat edin.’’ Vb.
Hadislerin yazıya geçirilmesi asıl olarak Abbasi döneminde, Hicri ikinci asrın sonlarında ivme kazandı. İlk derli toplu eser, mezhep imamı Mâlik bin Enes’in el-Muvatta’ adlı kitabıdır. Rivayete göre Mâlik, Muvatta’sına on bin civarı hadis almış, ancak her yıl gözden geçirip eleme yapa yapa eserindeki hadislerin çoğunu çıkarmıştır; öyle ki “biraz daha yaşasa elindeki çok az hadis de kitapta kalmayacakmış” denir. Onu, Ahmed bin Hanbel’in Müsned’i takip etti . Dikkat çekicidir, bu ilk büyük derlemelerde hadisler “sahih, zayıf” diye kesin ayrımlarla tasnif edilmiş değildi – yani o dönemde rivayet seli içinde gelen her türlü sözü kitabına alan bu müellifler, daha henüz sahihlik kriterlerini netleştirememişti. Hadisleri sahih-zayıf diye derecelendirerek eleme yapma çabası, Hicri 3. Yüzyılda Buhari ile başlar. Ondan önce ciddi bir ayıklama sisteminin olmadığı bizzat hadis tarihçileri tarafından kabul edilir. Ne var ki Buhari’nin ve öğrencisi Müslim’in “sahih hadis kitabı” oluşturma gayreti bile eldeki on binlerce uydurma rivayeti bütünüyle temizlemeye yetmedi. Buhârî 600 bin rivayetten süzerek 7000 hadis aldıysa da, bu onun seçtiklerinin kesinlikle doğru olduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde Müslim de 300 bin arasından derledi. Kalan yüz binlerce rivayet içinden hangilerinin tamamen uydurma olduğu hususu ise asla tam tesbit edilemedi. Zira hadis uydurmacılığı öylesine çığırından çıkmıştı ki, en güvenilir denilen altı hadis kitabı (Kütüb-i Sitte) bile kendi aralarında tutarsızlıklarla doludur. Örneğin Buhari ile Müslim birçok hadis üzerinde birbirini yanlışlamakta; biri “sahih” derken öbürü aynı rivayeti eserine almamaktadır. Hatta hadis ravileri konusunda bile çelişkiler vardır: Mesela İkrime adlı ravi, Buhari ve pek çok hadisçiye göre son derece itibarlı kabul edilirken, Müslim’e göre “yalancıdır”! En ilginçi, Ehl-i Sünnet’in en meşhur hadisçisi Buhari’nin, en meşhur fıkıh mezhebinin kurucusu olan İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi “güvenilmez (gayr-i sika)” ilan edip ondan tek bir hadis bile nakletmemesidir. Yani en güvenilir hadisçi, en büyük imamı güvenilmez bulmuştur. Hakaretler etmiştir. Bütün bu örnekler, hadisçilere göre “din” hükmü taşıyan onca rivayetin aslında ne kadar tartışmalı ve belirsiz olduğunu gösterir. Esasen rivayet ilminde cerh-ta’dil denilen, ravilerin güvenilirliğini tespit işi başlı başına içinden çıkılmaz bir sorundur. Kur’an’ın hiçbir yerinde “Peygamber’i gören herkes adaletlidir, asla yalan söylemez” diye bir garanti olmadığı halde, hadisçiler sahabe kuşağını bütünüyle güvenilir sayıp, Cennetle müjdelendirip, onların aktardığı her haberi makbul görme eğilimindedir. Oysa Kur’an, Peygamberimize “Müslümanım” diyen bazı kişilerin aslında münafık olduğunu, hatta Medine’deki münafıkların hepsini Resulullah’ın dahi bilmediğini söyler (Tevbe 9:101). Peygamber hayattayken bile kimin ihlâslı, kimin ikiyüzlü olduğunu bütünüyle bilemezken, ondan 150-200 yıl sonra yaşayan hadis imamları ravilerin niyetini, sadâkatini nasıl bilebilmiştir? Aradan 7-8 nesil geçmiş ve isnat edilen kişilerin hepsi ölmüşken bu soruya makul bir cevap yoktur. Buhari de bulunan ravilerin 430 tanesi Müslim’de, Müslim de bulunan ravilerin 630 tanesi de Buhari de yer almaz. (Toplamları zaten 1500 ravidir) Hadis piramidi diye hayali bir piramit yapılsa mantıken Hz. Muhammed zamanı en çok hadis olmalı sonra zamanla azalmalıdır. Ama ne hikmetse! tam tersi olmuştur.
Ayrıca sayısız çelişkilere örneklerden biri de; hem hadisler Kuran la karışmasın diye Peygamber döneminde yazılmadı görüşüne inanmaları hemde Abdullah bin Amr ‘n Es Sahifetü’s- Sadıka’ yı Hz. Muhammed zamanında yazdığına inanmalarıdır. Tabi ki bu iddia safsatadır. Ne orijinal metin ve nüsha vardır ne de ondan bahseden sahabeler. Buna kanıt diye getirdikleri şey Ahmet b. Hanbel’in yazdığı Müsned kitabıdır. Yani Amr dan 200 sene sonra biri çıkıp 855 te,’’ Amr böyle bişey yazmıştı’’ demiş. Bu sözü de Gelenek kanıt olarak önümüze sunmaktadır. Bu trajikomiktir. Kahredicidir.
Öte yandan, hadis metinlerinin kendi içeriklerine baktığımızda da sayısız çelişki, akıl ve Kur’an dışı anlatım, hatta imkânsızlıklar görürüz. İslam düşmanları asırlardır bu uydurma rivayetleri kullanarak dine saldırmış, müslümanları zor durumda bırakmıştır. Örneğin Şeytan’ın Peygamber’e vahiy anında musallat olup ağızından Lat, Menat, Uzza putlarını öven sözler söylettiğini iddia eden “Garanik Hadisi” gibi rivayetler tamamen uydurma olduğu hâlde kitaplara girmiş; Salman Rüşdî gibi yazarlar bunları kullanıp Kur’an’a iftira atmıştır. Başka bir örnek, “Uğursuzluk üç şeydedir: ev, kadın ve at” şeklinde Ebu Hureyre’den gelen bir hadistir. Bu rivayet zahiren kadınları aşağılayan, cahiliye tipi batıl inancı teyit eden bir sözdür. Siyah köpekte Cahiliye de uğursuz ve eşytani semboldür. Bizzat sahabenin itiraz ettiği böylesi rivayetler, hadis literatürünün ne derece güvensiz olabileceğine dair çarpıcı bir örnektir. Yine aynı kitaplar da Allah’ın Resulü, veda hutbesinde (en çok sahabenin şahit olduğu kabul edilen) müminlere “Size öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarıldıkça asla sapıtmazsınız: Allah’ın Kitabı” demiştir – O’nun ashabına vasiyeti de Kur’an olmuştur. (Geleneksel kaynaklarda geçen “sünnetim” ifadesi ise tutarsız rivayetler arasındadır; birçok İslam alimi veda hutbesindeki sahih naklin “Kitabullah” olduğunu belirtir.)Üstelik daha Resulullah’ın vefatından birkaç on yıl sonra bile bazı kimselerin, Peygamber sözü ile başka kişilerin sözünü birbirine karıştırdığı bilinmektedir. 41 tane farklı rivayet ismi olup (daha ismi bilinmiyor), soyağacı tam bilinmeyen, Hz. Muhammed’in yanında bir rivayette 3, birinde 2, birinde 1 buçuk yıl kalmış olan ve rekor seviyesinde 5400 e yakın(Kütüb-i Sitte’nin 6 da 1 i) hadis aktaran Ebu Hureyre (Kedicik Babası) için ünlü Tarihçi Bişr bin Said şöyle demiştir: “Vallahi Ebu Hüreyre’nin meclisinde bulunurduk, bize Resulullah’tan ve Ka’b el-Ahbâr’dan rivayetler aktarırdı. Ebu Hureyre kalkıp gittikten sonra bakardık ki aramızdaki bazıları, Resulullah’ın hadisini Ka’b’ın sözü, Ka’b’ın sözünü de Resulullah hadisi diye nakletmeye başlamış!” Ardından insanları “Allah’tan korkun ve hadis naklinde dikkatli olun” diye uyarmıştır. Bu olay, İsrailiyat denilen Yahudi kaynaklı efsanelerin, Ka’b el-Ahbâr gibi sonradan müslüman olmuş kişiler vasıtasıyla hadislerin arasına nasıl sızdığını ele verir. Nitekim tarih boyunca bazı âlimler, özellikle en çok hadis rivayet eden sahabe Ebu Hüreyre’nin, Yahudi bilgini Ka’b el-Ahbâr’dan duyduğu İsrailiyat hikâyelerini hadismiş gibi naklettiğini ve bu rivayetlerin “Tevrat ve Talmud’un bir kopyası gibi” olduğunu söylemişlerdir. Tüm bu bilgiler ışığında açıkça ortaya çıkıyor ki: Hadis külliyatı, vahiy güvencesine sahip olmayan; içine menfaat için uydurulan sözlerin, israiliyat masallarının, siyaseten servis edilen “yorumların” karıştığı karmakarışık bir beşerî havuzdur. İçinden seçilen “sahih”ler dahi tartışmalıdır ve Kur’an ile karşılaştırıldığında dinin özüne aykırı pek çok ifade barındırırlar.
Bu hataya Yahudiler ve Hristiyanlarda düşmüşlerdi.
Tipik ‘‘Hadisleri Kaynak Saymıyorsunuz Ama Başka Kitaplar İnceliyorsunuz, Yazıyorsunuz’’ Sorusu; Öncelikle buna verilecek cevap; incelenen kaynaklar veya yazılan kitaplarda, hadisler gibi Yüce Allah’a meleklerine,........
© Adil Medya
