O mağaralar…
Dört çocuğuyla birlikte sığındığı bir mağarada ölümle burun buruna geçen günlerden sonra çıkarılmıştı. Ağıt yakar gibi anlatırdı halen tanıdığı kadınların ağaçlara asılmış, süngülenmiş cesetlerini. Doğayla Alevi inancına has bir ilişkisi olduğu için sayısız olayı mistik bir anlam yükleyerek aktarırdı. Bir inekten bahsederdi mesela. Aslında sahipsiz kaldığı ve sağılmak için o mağaraya geldiği anlaşılan o ineği Hızır’ın gönderdiğine dair güçlü bir inancı vardı. O inek sayesinde henüz birkaç yaşında olan oğlu sütle beslenmiş ve ölmemişti. Diğer çocuklarıysa bulabildikleri otlarla hayatta kalmışlardı. Bazen diplerinden katliam için seferber edilen askerler geçermiş. “Bu askerler birkaç kere bizi gördükleri halde görmezden geldiler” derdi. O anın tedirginliğini hissedercesine…
Katliam politikalarının yaratmak istediği “kalp kurumasını” yaşamamıştı. Diğer birçokları gibi… Tedirginliği baki kalsa da vicdanı hep taze kalmıştı. Kapısından geçen hiçbir hayvan yemsiz salınmaz, hiçbir muhtaç bir kap yemekten mahrum bırakılmazdı.
Mağaraysa yaşamalarındaki özel bir semboldü. Doğanın kendilerine sunduğu bir lütuf…
O mağaradan çıkarılıp itilip kakılarak, aşağılanarak bindirildikleri kamyonlarla Elazığ’a oradan da trenlerle sürgün bölgelerine yollanmışlardı. Artık mesele ölüm korkusunu, zalimliğin en keskin halinin yarattığı şaşkınlıkla karışık ürküntüyü ruhsal bir teslimiyete dönüştürme meselesiydi. Hafızayı, belleği silme ve korkunun........
© Yeni Yaşam
