Türkiye’nin sırtındaki hançer: Tekçilik ve merkezileşme
Ortadoğu’nun son yüzyıllık tarihi; kan, gözyaşı, yıkım, talan, savaş ve toplu katliamlar tarihidir. 1793 Fransız Anayasası’nda kabul edilen self-determinasyon hakkı ilkesi, sanayi devrimi ve kapitalizmle birlikte toplumların aleyhine evrildi. Sanayi devriminden sonra emperyal devletler, hammadde ve pazar ihtiyaçlarını karşılamak için çok kimlikli, çok inançlı ve adem-i merkeziyetçi idari yapılanmayla yönetilen imparatorluklara saldırdı. Bu imparatorluklar içinde halklar ve inançlar arasında yapay sınırlar çizdi. Buna karşılık, savunma refleksiyle hareket eden ve sanayi devrimiyle gelişen teknolojiye paralel ilerleyemeyen imparatorluklar, adem-i merkeziyetçi idari yapılanmadan merkezi yapılanmaya geçti ve halklar ile inançlar üzerindeki baskılarını artırarak önlem almaya çalıştı. Bu imparatorluklardan biri de Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Osmanlı İmparatorluğu, özellikle II. Mahmut ile başlayan merkezileşme politikaları nedeniyle sürekli iç çatışmalara sahne oldu. Osmanlı’nın gerilemesini ve yıkılmasını ne merkezi politikalar ne de ümmetçilik ve Osmanlıcılık refleksleri durdurabildi. Çünkü self-determinasyon ilkesi toplumların aleyhine işliyor, toplumu lime lime parçalıyordu. Çok kimlikli toplumların özerkliği ve özgünlüğü yerine, iktidarı ele geçiren egemen ulus-devletler, toplumun farklılıklarını inkâr ederek kendini var ediyordu. Kapitalizmin devlet modeli olan ulus-devletler, faşizm uygulamalarıyla iktidarlarını sürdürürken toplu katliamlar, fiziki ve kültürel soykırımlar gerçekleştiriyor; diğer yandan sermayenin hammadde, insan kaynağı ve pazar ihtiyacını karşılıyordu. Ulus-devlet, toplumun sırtına saplanmış bir hançer gibi, toplumun toparlanmasını ve toplumcu bir yaşamı engelliyordu.
Nitekim idari anlamda merkezileşmeyle gerilemesini engelleyemeyen Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimini 20. yüzyılın başlarında, etnik ve ideolojik anlamda Türkçülüğü dayatan İttihat ve Terakki aldı. Hammadde ve pazar paylaşım........
© Yeni Yaşam
