menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

YAPRAK SAYAR İLE TÜRK MUSİKİSİ

9 0
06.08.2025

Merhaba Yaprak Hanım. Öncelikle bizleri kırmayıp söyleşi talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Seslendirdiğiniz eserleri severek dinleyen Yeni Ufuk okuyucuları, sizi sayfalarımızda gördüğünde çok mutlu olacaktır. Ancak yine de söyleşimize sizi tanıyarak başlamak istiyoruz. Yaprak Sayar kimdir?

Merhaba, öncelikle nazik davetiniz için ben teşekkür ederim. Yeni Ufuk okuyucularıyla buluşmak benim için büyük bir mutluluk.

Kısaca kendimden bahsetmem gerekirse; İstanbul’da doğdum, bu şehrin çok katmanlı kültürüyle büyüdüm. Müzik hayatıma küçük yaşlarda girdi. Özellikle klasik Türk musikisine duyduğum ilgi, zamanla daha da derinleşti. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Ses Eğitimi Bölümü’nden mezun oldum. Eğitimim boyunca hem geleneksel hem çağdaş yorumlarla müziği beslemeye çalıştım.

Yıllardır sahnede olmaktan, insanlara duyguların ve melodilerin diliyle dokunmaktan büyük bir haz alıyorum. Bu yolculukta sadece şarkı söylemeyi değil; aynı zamanda hikâyeler anlatmayı, köprüler kurmayı önemsiyorum. Kimi zaman bir ilahide, kimi zaman bir tangoda, kimi zaman da bir Rumeli türküsünde buluyorum kendimi. Müzik benim için bir ifade biçimi olduğu kadar, bir arayış da aslında. Her notada biraz geçmişi, biraz bugünü, biraz da umudu taşıyorum diyebilirim.

Diğer sorulara geçmeden önce merak ettiğimiz bir soruyla devam etmek istiyoruz. Bizler, sizin de seslendirdiğiniz musiki türünü Türk sanat musikisi olarak isimlendiriyoruz ancak siz, pek çok programda geleneksel Türk musikisi kavramını kullanıyorsunuz. Türk sanat musikisi kavramıyla geleneksel Türk musikisi kavramı arasında bir fark var mı? Niçin bu kavramı kullanıyorsunuz?

Bu çok güzel ve yerinde bir soru, teşekkür ederim.

Aslında “Türk sanat musikisi” kavramı zaman içinde yaygın olarak kullanılsa da ben şahsen “geleneksel Türk musikisi” tanımını tercih ediyorum. Çünkü bu müzik sadece bir sanat dalı değil; aynı zamanda bir kültürün, bir medeniyetin sesi, hafızası, yaşama biçimi. “Sanat musikisi” dediğimizde, bazen bu müzik sanki sadece elit bir çevreye aitmiş gibi algılanabiliyor. Oysaki bu makamlar, bu besteler, bu güfteler bir dönem halkın gündelik yaşamına sinmiş, düğününden yasına kadar eşlik etmiş bir müziği ifade ediyor.

“Geleneksel Türk musikisi” dediğimde; içinde klasik dönemleri, dini müzikleri, saray müziğini ama aynı zamanda tekkeleri, meşk geleneklerini, hatta halkla iç içe geçmiş formları da kapsayan bir bütünlükten bahsetmiş oluyorum. Bu ifade bana daha kapsayıcı, daha köklerine sadık ve daha sahici geliyor.

Benim sahne anlayışımda da bu var: Bu müziği sadece notalardan ibaret bir repertuvar olarak değil, yaşayan bir gelenek olarak görmek ve hissettirmek…

Sıradaki sorumuz yine bu konuyla ilgili olacak. Türk sanat musikisinin tarihten bu yana insanların psikolojilerinde derinden izler bıraktığını görüyoruz. Bu etkiler ışığında Türk Sanat musikisinin nasıl doğduğundan, insanlar üzerinde ne gibi etkiler bıraktığından ve günümüze nasıl ulaştığından bahseder misiniz?

Elbette, bu aslında üzerine uzun uzun konuşulabilecek çok derin bir konu… Ama elimden geldiğince sade ve içten anlatmaya çalışayım.

Türk musikisi, kökü Orta Asya’dan gelen, ama yüzyıllar boyunca özellikle Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında şekillenen, çok katmanlı bir gelenek. Bu müzik; camilerde, saraylarda, tekkelerde, meşk odalarında, hatta evlerin içinde yavaş yavaş olgunlaşmış. Dolayısıyla sadece bir sanat formu değil; bir yaşam biçimi, bir düşünme ve hissetme hali aslında.

Bu musikinin insan psikolojisi üzerindeki etkisi de işte tam burada başlıyor. Çünkü bu müzik makam temellidir; her makamın bir ruh hali, bir duygusal karşılığı vardır. Hicaz biraz hasreti çağrıştırır mesela… Rast neşeyi, güveni… Segâh ise içe dönüklüğü, iç muhasebeyi… Ve yüzyıllar boyunca bu makamlarla insanlar hem gönüllerini hem dertlerini hem de umutlarını ifade etmişler.

Benim için en büyüleyici tarafı da bu: Bu müzik ağlamaktan çekinmez, susmaktan da utanmaz. Çok insani bir tarafı var. O yüzden yüzyıllar boyunca insanlar bu melodilerle hem dertleşmiş hem şifa bulmuş. Tekkelerde, özellikle Mevlevi ve Bektaşi geleneklerinde bu müzik zaten ruhu terbiye eden, kişiyi yavaş yavaş dönüştüren bir araç olarak görülmüş. Yani sadece dinlenmek için değil, derinleşmek için de var olmuş.

Bugüne kadar ulaşabilmesinin en büyük sebebi ise bu geleneksel aktarım zinciri; yani usta-çırak ilişkisi. Bu müzik yazılarla değil, gönülle öğretilmiş. Bir hocanın gözünden, nefesinden, parmak ucundan süzülerek aktarılmış. Ben de bu zincirin bir halkası olmaya çalışıyorum kendi yolculuğumda.

Bu yüzden sahnede sadece şarkı söylemiyorum; o hissi de izleyiciye geçirmeye çalışıyorum. Çünkü biliyorum ki, bazen bir Hicaz karcığar, bir insanın içini açabiliyor, onu başka bir yere götürebiliyor. İşte o zaman bu müzik yaşıyor, yaşamaya devam ediyor.

Sizin Türk musikisini yaşatmaya ve aktarmaya gayret ettiğinizi görüyoruz. Bunu yaparken musikiyi hem icra ediyor hem de musiki eğitiminde hocalık yapıyorsunuz. Ancak popüler kültürün etkisiyle bizim de dahil olduğumuz genç neslin Türk musikisinden uzak kaldığına şahit oluyoruz. Bu bağlamda genç neslin Türk musikisi ile bağını nasıl değerlendirirsiniz? Gençlerin Türk musikisine ısındırılması için neler yapılabilir?

Bu sorunuz, aslında hem beni en çok düşündüren hem de en çok heyecanlandıran konulardan biri. Çünkü bir geleneğin sürdürülebilir olması, sadece onu bilenlerin değil, onu devralacak olanların da varlığıyla mümkün.

Evet, gençler bugün çok hızlı tüketilen, daha yüzeysel bir müzik akışı içinde büyüyor. Dijitalleşme, sosyal medya, popüler kültür derken, derinlikli müziklere ulaşmak ya da onları sindirmek zorlaşıyor. Ama ben karamsar değilim. Çünkü gözlemlediğim bir şey var: Gençler aslında hakikati, sahiciliği arıyor. Sadece sunuluş biçimi çok önemli.

Bu noktada bizlere, yani bu müziği taşıyanlara büyük sorumluluk düşüyor. Gelenekseli bugünün diliyle anlatmak gerekiyor. Gençlere tepeden bakmadan, onları eleştirmeden, onlarla aynı zeminde buluşarak… Ben de öğrencilerimle birebir temaslarda bunu çok görüyorum. Onlara bir makamı sadece teorik olarak değil; bir bestekârın hangi ruh halinde o eseri yazdığını anlattığınızda, gözlerindeki ilgi bambaşka oluyor.

Ayrıca bu müzikle ilk temasın şekli de çok önemli. Eğer ilk karşılaşma sıkıcı, didaktik ya da uzak bir dille olursa, ne yazık ki o kapı hiç açılmıyor. Ama duyguyla, samimiyetle, bir hikâyeyle yaklaşırsanız; gençlerin kalbine dokunmanız mümkün. Ben bunu sahnede de derslikte de birebir yaşıyorum.

Gençlere bu müziği sevdirmek için önce biz inanarak, severek anlatmalıyız. Belki modern formlarla birleştirerek, belki sahne anlatılarıyla, belki dijital içeriklerle destekleyerek… Ama özünden kopmadan, ruhunu bozmadan.

Çünkü bu müzik bizim kimliğimizin, hafızamızın sesi. Gençler eğer o sesi bir kez duyarsa, inanın bir daha sessizliğe dönmek istemezler.

Bir ifadenizde bazı Avrupa ülkelerinde gençlerin kendi köklerine sahip çıktığını ancak bizim bu konuda eksik kaldığımızı söylüyorsunuz. Bizim bu konudaki başarısızlığımızın kaynakları nelerdir? Onlar neyi doğru yapıyor?

Evet, bu gözlemim yıllardır yurt dışı konserleri ve kültürel temaslarım sırasında daha da netleşti. Avrupa’daki bazı ülkelerde –örneğin İspanya’da, Portekiz’de ya da Macaristan’da– gençler kendi geleneksel müziklerine ve kültür miraslarına daha sıkı tutunuyorlar. Üstelik bunu modern bir dille, özgüvenle ve gururla yapıyorlar. Bizim ise bu noktada hâlâ biraz bocaladığımızı, hatta bazen kendi........

© Yeni Ufuk Dergisi