BU ATLI GEÇİDE GİDER, GEÇİTTEKİ ÜLKE, DARAĞACI İNCELEMESİ
Bu incelememizde, Şeyh Bedreddin-Timur-Beyazıt üçlemesinin içine girecek, âdeta onlarla at koşturup, kılıç kuşanıp gönüller fethetme gayretinde olacağız. Beyazıt’ın çocukluğuna, Osmanlı’da şehzade eğitimine, dönemin siyasî-sosyal şartlarına değinen Bu Atlı Geçide Gider ile karakter-sahne incelememizin besmelesini çekelim.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Bu Atlı Geçide Gider
Bu eserin ilk sahnesinin ilerleyen kısmında Demirci Boran Usta, yeni yaptığı topu denemektedir. Beyazıt’ın bile tüm nefesini ciğerlerine toplatacak bir sestir bu. Öyle bir sesti ki semayı yırtarcasına, dağları alaşağı edercesine yankılanmıştır. Birini mi çağırmıştır yoksa varacağı yeri bilir gibi bir hâli mi vardır? Bilinmez. Ama birileri bu seste sanki onca varlığın içinden kendileri çağrılıyormuşçasına uyanmış ve yanıp tutuşmaya başlamıştır. İşte onlardan biri “Destur ya Allah” nidasıyla atına atlamış, dörtnala geçide doğru koşturmaya başlamıştır. Beyazıt kendisiyle beraber böylesine geniş bir yükü taşıdığının farkında mıdır? Bu yükün farkında değilse bile aynı Somuncu Baba’nın somunları gibi piştikçe farkına varacaktır. Bu farkındalık Beyazıt’ı Beyazıt yapacaktır. Peki, iki Beyazıt arasında ne fark vardı?
Yürek ve akıl ilişkisindeki dengesizlik buradaki temel etken diyebiliriz. Akıl, sorgulamaya meyillidir; temkinlidir, tedbir ister. Ama dizginleri kendi eline alırsa insanı dipsiz kuyulara çeker. İnsan ne kadar tedbir alırsa alsın, belasız ve musibetsiz bir hayat geçiremeyecektir. Çünkü meşhur bir sözde de geçtiği gibi: “Anladım ki beyhude imiş, fazlaca tedbir eylemek. Bir kulun kârı değildir, takdir-î tebdil eylemek.” Aklın almak istediği tedbirin ucu bucağı yoktur ve bu temkinli hâli çoğu zaman insanı yapmak istediklerinden alıkoyar.
Yürekse heyecanı uçlarda yaşamayı sever, yerinde durmak bilmeyen haşarı bir çocuktur adeta. Yüreğin ani parlamalarının büyük tesirleri olabilir. Babası Murat Han’ın Beyazıt için korktuğu da budur. Bu ani parlamalar, doğru istikamette yakalanmalıdır. Yıldırım olmak gerektir ama yıldırım tavını bulmadan düşerse kendine sıçrar, kendi canını yakar. Beyazıt’ın da bunca yükle geçide giden aklı, yüreğine esirdir. Yüreği emreder aklına: “Koşmalısın, alabildiğine hızlı koşmalısın, o kadar hızlı koşmalısın ki geçip gittiklerin oradan geçtiğini bile fark etmemeli.” Oysa hızlı koşmasa da varacağı yer aynı değil midir?
Mühim olan bu ikisi arası dengeyi sağlayabilmektir. Akıl olmadan yürek, yürek olmadan da akıl yarımdır. Akılla yürek birbirine emretmeyi bırakır da ne zaman bir bütünmüşçesine hareket ederse o vakit asırlar sonrasına bir şeyler kalabilir. İki Beyazıt arasındaki fark da budur: İlk Beyazıt, aklını yüreğine esir etmiş; ikinci Beyazıt, aklı ile yüreği arasındaki dengeyi kurabilmiştir.
Şimdi ilk sahnenin ilerleyen kısmına geri dönüp bu kadar canı yerinden hoplatan sesin kaynağına gelelim isterim. Topların dervişi olan Demirci Boran Usta, aynı elindeki top gibi patlamaya hazırdır. Damarlarında kan değil, heyecan seli vardır. Boran Usta, akıl ile hareket etmek için bu sele set çekmek zorunda mıdır? Hayır, değildir çünkü Nizâm-ı Âlem iddiamızı canlı tutan bu seldir. Fakat bu selin önüne su kemerleri yapmak gerekir. O heyecan seli, akması gereken yere düzgünce akmalıdır. Böyle olduğu zaman; yeşermedik ağaç, suya doymamış toprak kalmayacaktır.
“Dervişlik yapmaktır, ben yakıp yıkmayı düşündüm.” diyen Boran Usta dervişliğin yapmak olduğunu bildiği hâlde ürettiği toplarla neyi, ne için yıkacaktı?
Türkler var olduğundan beri Nizam-ı Âlem için gerektiğinde en yakıcı ateşlerden bile daha yakıcı olmuştur. Zalimi yakmak gerekir. Türk bilir ki küfür affedilebilir fakat zulüm asla. Türk’ün düşmanı zulümdür. Türk’ün kanı donar, olduğu yere çakılıverir, gözü döner duyduğu anda. Sonu kendi öz varlığından vazgeçmek bile olsa zulme karşı dimdik durur, mazlumun yanındadır. Birisinin ta uzaklarda eziyet çekmesine gönlü el vermez. Boran Usta’nın yaptığı top da zalimi yakıp yıkacaktır.
Romanın ilerleyen sayfalarında, her şeyde bir hikmet olduğu gibi Beyazıt’ın geçide gitmesinde de bir hikmet vardır. Esasen bu geçit, mecaz anlamdadır. Ancak ne fark eder? Beyazıt, bir gün, daha sonra asra damga vuracak arkadaşlarıyla birlikte bir geçitten geçer ve o geçit, Osmanlı’nın dönüm noktası olur. O geçitte yüklenir, heybesi dolar. Öyle ki onun heybesinden taşanlardan, romanın ilerleyen kısımlarında, biz de nasipleneceğiz.
Nasiplenmeden önce; ezelden hâle, hâlden ebede Türk varlığını bir ev olarak düşünelim. Bu evin taşları ise Çiçi Yabgu, Mete Han, Alparslan, Fatihten ve daha nicelerinden olsun. Beyazıt da pek tabii bu duvarın bir yerine görevini yerine getirmek için konulmuştur. Acaba Beyazıt’ın görevi nedir?
Onun görevi; orada o boşluğu kapatmak, öncekileri tamamlamak, daha da ileride konacak taşlara dayanak oluşturmak yani bir nevi tekâmülü sağlamaktır. Kendini öncekilerden münezzeh görürse boşlukta kalır. Kendini sonrakilerden de münezzeh görmemelidir ki ölümsüz olabilsin. Mühim olan taşların evimizde tek tek varlığı değil onların bir bütünlük arz etmesidir. Bu evden yazımızın ilerleyen kısmında da bahsedeceğiz.
Alparslan’ı Alparslan yapan Sav Tekin’dir, Sarı Hoca’dır, Afşın’dır ve daha niceleridir; Osman’ı Osman Bey yapan Şeyh Edebalı’dır, Ebe Kadın’dır, oğlu Alaaddin’dir ve daha nicelerdir. Yani onlar bir çınarsa onların suyu bu kişilerdir ve bu kişilerden onlara süzülen değerlerdir. Hangi Bey bu can suyundan mahrum kalırsa çürür, düşmanların ufacık tekmesiyle parçalanır gider.
Gelelim lafımızın varacağı yere… Beyazıt’ı Beyazıt yapan da Murat Han’dır, İne Bey’dir, Yakup Bey’dir, Doğan’dır ve daha niceleridir. Yani aynı atlıyla o geçide gittiği yoldaşlarıdır. Biz burada Doğan’dan bahsedeceğiz. Doğan’la Beyazıt’ın ilk karşılaşmasını yine o ortamdaki İne Bey’in ağzından anlatmak istiyorum:
“Bey’imle geçitten çıktık. Belki de başka bir geçide sürdük atlarımızı. Bey’imin atında bir huysuzlanma var ki akıllara zarar. Hasta olanın doktor ayağına gelirmiş ya bir çeşmenin yanına vardık. Tevafuk ki Doğan diye bir yiğit orada. Sonradan öğrendim ki at bakıcısıymış. Ufacık tefecik boyuyla koskoca atlara bakar ha. Şaştım doğrusu. Gerçi Bey’imle aynı yaşta. Akıl yaşta değil başta derken boşuna dememişler. Neyse uzattık lafı affola. Bir insan bir canlıyı hissetse ancak bu kadar hissedebilir. Atın canı yandığına sanki kendi canından can gider gibi bir hâli var Doğan’ın. Tez elden hayvanın rahatsızlığına bakmaya başladı. O ara Doğan’a çok mu daldım ne, bir baktım ki Bey’im o her daim üstünde taşıdığı Beylik edasını asmış ilerideki ağaca, Doğan’ın dediklerini yapıyor. Kendimden utandım, Doğan’ın dediklerini yapmak için atılmama kalmadan Bey’im öyle bir baktı ki… O saatten sonra anladım ki Bey’im Beyazıt, Doğan olmuştu, Karabudun olmuştu… Hırkasını çıkardığı vakit dünya dertlerinden sıyrılıyordu. Doğan kendisine her ‘Gardaş’ dediğinde yeniden can buluyor, havalara uçuyordu adeta. Ama Beyazıt Bey’di o. Beylik hırkasını giymek zorundaydı. Her ne kadar ağır da olsa onu taşımak Tanrı’nın ona verdiği bir sorumluluktu. İş bittikten sonra istemeye istemeye de olsa giydi o hırkayı. Doğan’a kendisinin bir Bey olduğunu açıklamadı, daha doğrusu açıklamak istemedi.”
Doğan’la tanıştıktan sonra Beyazıt Bey artık eski Beyazıt değildir. Beyazıt, kendisini ilk defa dünyada yalnız hissetmemiştir. Biri daha vardır dünyada, onunla aynı havayı soluyan, aynı suyu tadan… Yani Beyazıt, Doğan’la tamamlanmış gibi hissetmiştir.
Kişinin kendisine tanınan her hak, beraberinde bazı sorumluluklar getirir. Bu dengedir. Osman Bey’in göğsünden çıkan çınar ilk zamanlar fideydi, ufaktı yani Beylikti. Bununla beraber ihtiyaçları da ufaktı. Büyüdükçe ihtiyaçları arttı. Bu ihtiyaçların karşılanması onun hakkıydı, yoksa ölecekti. Can suyu zaten Türk milletinin değerleri olduğundan o çınar bundan bir güzel nasiplendi, hakkını almış oldu. Bununla beraber sorumlulukları arttı.
Bu sorumlulukları yerine getirmek çok kolay değildi. Bazen kardeş katli gibi ağır fedakârlıkları da beraberinde getirdi. Devlet-i Aliyye Osmaniye’nin bekâsı için kendi öz kardeşinden vazgeçmeyi göze almak gerekti. Yani kendi canından, kendi kanından olanın canını almak… Murat Bey’in korktuğu ama içten içe olacağını bildiği, hatta öldürüleceğini bile bile aslanlar gibi döğüşen Yakup Bey’in bile bildiği o acı gerçekti bu. Beyazıt Han’ın aynı günde hem baba hem de kardeş acısını tatması da bu sorumluluktan doğmuştu. Bu kadar acı, bu kadar yük neden? Hepsi kutlu bir dava: Nizam-ı Âlem için. Kardeş katli olmadığı zaman ne gibi olaylar olacağını ileride daha net göreceğiz.
Bir atlı geçide gitmektedir… Bu giden atlının ve gittiği........





















Toi Staff
Gideon Levy
Tarik Cyril Amar
Stefano Lusa
Mort Laitner
Robert Sarner
Andrew Silow-Carroll
Constantin Von Hoffmeister
Ellen Ginsberg Simon
Mark Travers Ph.d