BABADAĞI’NIN HİKMETİ
İyiden iyiye gelmekte olan bahar tabiatın dört bir köşesinde bazen körpe bir filiz bazense hoş kokulu bir nergisle kendini belli etmeye başlamıştı. Sarayı adeta bir cennet bahçesine çeviren türlü türlü ağaçlar da taze bahar esintisinin fısıltısıyla ağır ağır sallanarak bu yeni renk cümbüşüne heveskâr bir merhaba diyordu.
Şehzade Cem, adet edindiğinin aksine bu sabah seher vaktinden biraz evvel uyanmış ve tekrar uykuya dalması mümkün olmamıştı. Gece boyunca rüyalarını alt üst eden karmaşık siluetler rahat yatağında daha fazla kalmasına müsaade etmemişti. Kendi nazarında onu rahatsız hissettiren bu rüyalar hiç hayra alamet değildi.
Babası Sultan Mehmet, Doğu seferine çıkalı neredeyse üç hafta olmasına rağmen hâlâ bir haber gelmemişti. Bu bilinmezlik şehzadenin aklını ve gönlünü kurcalasa da lalaları başta olmak üzere tedirginliğini kimseye belli etmemeye çalışıyordu. Nihayet içini kemiren kurt rüyalarına da musallat olmuştu. İçinde bulunduğu vaziyeti uzun süre tefekküre dalmış olmalı ki gecenin kasvetli karanlığını bir meşale gibi aydınlatıveren ezan sesi şehzadenin düştüğü kuyudan irkilerek çıkmasını sağladı.
Huşu içinde ezanı dinleyen şehzade abdest alıp sabah namazını da eda ettikten sonra epeyce rahatladığını hissetti. Aklına dün gece okurken yarıda bıraktığı Farabi’nin El Medinetü’l Fazıla eseri düşünce bir mühlet onunla meşgul oldu.
Şafak sökmeye başlayınca şehzade usul usul hazırlandı ve saray bahçesinde bir gezintiye çıktı. Bahar hasbahçeye çoktan gelip konmuştu. Zambaklar, sümbüller, laleler renk renk boy gösterirken; yasemin kokuları da tüm bahçeyi sarmıştı. Şehzade hasbahçede bir süre yürüdükten sonra saray kapısından çıkarak nazlı nazlı akan Tunca Nehri’nin üzerine kurulmuş köprüde durdu. Payitahtın kalbi olan hünkâr bahçesini çepeçevre saran Tunca suyunun berraklığına daldı. Tam bu sırada çavuşbaşı şehzadenin yanında belirmişti ancak şehzade geleni fark etmedi. Bu dalgınlığı sezen çavuşbaşı uzun sayılabilecek bir müddet şehzadenin varlığından haberdar olmasını bekledi.
-Çavuşbaşı ne zaman geldin? Fark etmedim. Söyle.
-Daha şimdi geldim şehzadem. Babadağı’na gitmek için her şey tastamam hazır, emrinizi beklemekteyiz.
-Doğru ya! Bugün yolculuk var.
Şehzade Cem’in haftalar önce karar verdiği seyahat zihnindeki hengâmenin içinde kaybolmuştu. Nihayet hazırlandı ve kalabalık olmayan maiyeti ile birlikte yola çıktı. Yanında sadece çavuşbaşı ve dört asker ile güvendiği bir kitap ehli olan Ebu’l Hayrı Rumî vardı. Şehzadenin bu seyahate çıkmasındaki asıl gaye hem Dobruca ahalisinin bir derdi, sıkıntısı varsa bunu halletmek hem de serhatleri yurt yapan görünmeyen kahramanlar olan dervişleri ziyaret ederek tekkelerin durumunu görmekti.
Bu niyetle seyahate çıkan Şehzade Cem, bir hafta boyunca Karadeniz’in batı kıyısını bütün mütevazılığı ve şefkatiyle çepeçevre saran Dobruca’nın köy ve kasabalarında ahalinin meramını dinleyerek yoluna devam etti. Rumeli vilayetinin gerek bereketli toprakları gerekse insanının mertliğiyle Şehzade Cem’de yeri hep ayrıydı. Elbette Rumeli’yi eşsiz kılan en önemli bölgelerden biri de Dobruca’ydı. Boğazköy, Köstence, Mangalya ve daha birçok kasaba hırçın Karadeniz’in gerdanını süsleyen bir kolyenin paha biçilmez incileriydi.
Bir haftalık yolculuğun ardından Şehzade Cem ziyaretinin en uç noktasına, Babadağı’na varmıştı. Niyeti Baba Saltuk kasabasındaki Sarı Saltuk tekkesinde bir gece konaklayıp ardından dönüş yoluna revan olmaktı. Akşamüzeri kasabaya varmışlardı. Babadağı, Sarı Saltuk’u bağrında misafir ediyor olmanın vermiş olduğu tüm azametle kasabanın ardında müstahkem bir kale gibi duruyordu. Baba Saltuk kasabasını Babadağı olmadan hayal etmek mümkün değildi. Bu dağ, kasabaya ve elbette kasaba insanına ayrı bir sorumluluk yüklemiş olmalı ki tabiatın uyandığı bu telaşlı mevsimde bile etrafta sükûnetli bir hareketlilik mevcuttu. Kasaba halkı sanki Sarı Saltuk’un mukaddes ruhunu incitmekten imtina edercesine günlük işlerini telaşsız sürdürüyorlardı. Diğer kasabalarda ve köylerde görmediği bu sakinlik hali doğrusunu söylemek gerekirse Şehzade Cem’i şaşırtmıştı.
Esasında gövdesi o kadar büyük olmayan lakin atfedilen yücelikle sanki kolları tüm arastayı kucaklarcasına sarmış gibi görünen koca çınar ağacı gelen misafirleri bu manevi havayı solumaya içtenlikle davet ediyordu. Kasabanın hem muhafızı hem de aksakallısı olan bu ulu çınarın altında halkla uzun uzun istişare eden şehzade, vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Kasabanın mütevazı kâgir yapılı camisinin minaresinden yükselen ezan sesi ahaliyi Tanrı karşısında cem olmaya çağırıyordu.
Namazdan sonra şehzade maiyetiyle birlikte dağın hemen yamacına kurulmuş tekkeye yöneldi. Çarşı meydanıyla tekke arası hemen hemen yüz belki de yüz elli arşındı. Şehzade tekkenin kapısından içeri adımını atar atmaz başka bir âleme geçtiğini sandı. Ilgıt ılgıt esen rüzgârın tüm bahçeye dağıttığı gül kokuları leylak kokularına karışmıştı. Bir yanda aşhaneden........
© Yeni Ufuk Dergisi
