menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

O ŞAFAK VAKTİNİN CİHANGİRİ: “CİNUÇEN TANRIKORUR”

69 0
04.09.2025

“28 Haziran 2000, saat 18:40.” Evet, bu sıradan bir tarih değildir. Türk milletinin bağrından çıkmış, Türk milletinin her derdiyle hemhal olmuş bir Türk evladının aramızdan ayrılışının tarihidir. Kendi deyimiyle bu dünyadaki görevini tamamlayarak gitti. 62 yıllık ömrünün 48 yılını, sanatı yoluyla milleti için harcayarak gitti. Belki de zamanının onu yeterince anlayamadığı hüznüyle gitti. “Tek üzüntüm: Keşke daha fazla hizmet edebilseydim” diyerek gitti. Türk müziğinin neye ihtiyacı olduğunu sayısız besteleriyle, yazılarıyla, konferanslarıyla yaşarken göstermişti, bizlere bir hazine olarak bırakıp gitti. O sadece bir bestekâr, bir sanatçı değildi. Aynı zamanda bir yazar, bir düşünürdü. İnsanların her vasıflarıyla mükemmel olabileceğinin bir kanıtıydı. Kendine has bir konuşma tarzı ve üslûbu vardı. Türk milleti için her zaman iyiyi, güzeli doğruyu istemiş, bütün ömrü boyunca da bunun için mücadele vermiştir.

20 Şubat 1938 yılında İstanbul’un Fatih semtinde, Adalet Hanım (1910 – 1956ve Zaferşan Bey (1915 – 1970)’in oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Dedesi Hacı Tahir Cidâli (1877 – 1926) Harbiye Mektebi’nden Atatürk’ün sınıf arkadaşı olarak mezun olmuştur. Aynı zamanda şair olan Tahir Efendi’nin altı çocuğu vardır. Altısına da güzel anlamları olan isimler vermiştir. Üçüncü sırada olan oğlunun doğumu Birinci Dünya Savaşı zamanında Osmanlı ordusunun bazı cephelerde savaş kazandığı günlere denk gelmiştir. Bu sebeple oğluna Şânuzafer anlamına gelen Zaferşan (Cinuçen Tanrıkorur’un babası) ismini koymuştur. Zaferşan Bey, Türk dili konusunda çok hassastır ve oğluna ille de Öztürkçe isim koymak ister. Kendi ismindeki Zafer’in karşılığını Cinu, Şan’ın karşılığını da Çen olarak bulup birleştirmiştir. Cinuçen kelimesinin daha sonra Kazan Türkçesindeki Yenuçu (her zaman yenen, galip gelen) kökünden geldiğini öğrenmektedir. Herhalde Cinuçen Bey’i bu kadar güzel anlatan başka kelime yoktur.

Çocukluğu gerek babasının işleri gerekse de annesinin memuriyeti dolayısıyla İstanbul’un pek çok yerinde geçer. Kendisi 6 yaşındayken Paşabahçe’ye taşınırlar. Annesi okula yazdırmak için ilkokula götürür; okulun müdiresi yerlerinin olmadığını, kırk kişilik sınıfta yetmiş kişinin olduğunu ve alamayacaklarını söyler. Annesi, 4 yaşından beri babasından ders aldığını belirterek ısrar edince bir yoklamaya tabi tutulur. Müdire Hanım’ın sorduğu tüm sorulara doğru cevap verdikten sonra bir de ondan şiir okumasını ister. O da “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer” diye başlar Mehmet Âkif’in “Çanakkale Şehitlerine” destanını okumaya. Müdire Hanım gözü yaşlı bir şekilde durdurana kadar devam eder. O yaşa sığamayacak kadar güzel bir telaffuz ve ses tonuyla okumuştur. Bununla beraber Yahya Kemal, Mehmet Emin Yurdakul, Nihal Atsız gibi şairlerin şiirleri de baştan aşağı ezberindedir. Bu nedenlerden birinci sınıfı okumuş sayılıp ikinci sınıfa alınır ve böylece okul hayatı başlar.

Annesi Adalet Hanım’ın, mûsikîye büyük ilgisi vardır ve ud çalmaktadır. Çalıştığı fabrikanın bölüm amiri ünlü “Erenler” şarkısının bestekârı merhum Süleyman Erguner’dir ve öğle yemeklerinden sonra kendilerine mûsikî faslı yapmaktadır. Küçük Cinuçen o zaman 8 yaşındadır. 4 yaşından beri babası Zaferşan Bey ona, her gece mûsikî dinletmiş ve ezberletmiştir. Adalet Hanım da Süleyman Bey’e küçük Cinuçen’den bahseder ve dinlemesini ister. Süleyman Bey, Adalet Hanım’ın hatrından dolayı hayır diyemez, “gelsin bakalım” der. Küçük Cinuçen geldiğinde “Oku bakalım ne biliyorsan” diyen Süleyman Bey’e Cinuçen, III. Selim’in “Âb-ü-tâb ile bu şeb hâneme cânan geliyor” sözleriyle başlayan Suzidilârâ makâmındaki Yürüksemâî’sini usûlünü de vurarak okumaya başlayınca, Süleyman Bey çok duygulanır ve çok beğenir. Annesine “Aman Adalet Hanım, bu çocuk müzisyen olacak sakın mâni olmayın” diye sıkı sıkı tembihler. Bu vesileyle annesi o zamanlar bazı mûsikî cemiyetlerinin, haftanın bazı günlerinde yaptıkları müzik toplantılarına götürmeye başlar. Bu toplantıları çok sevmese de hem annesini kırmamak hem de mizacına uymayan insanlardan kaçmak için düzenli katılır. Mûsikîyi yaşama gücünü ve kendine olan güvenini kırmamak için bir sığınak olarak görmeye başlar. Türk mûsikîsini de sığınakların en aydınlığı, en sıcağı; manevi gücün en güzel destekleyeni olarak görür.

1948 yılında maddi olarak uygun olduğu için İstanbul İtalyan Lisesine başlar. Orada kendini çok geliştirir. İlk bestelerini yapmaya başlar; İtalyanca, Latince, Fransızca, Arapça gibi dilleri de öğrenip beraberinde Türkçe kullanımını da güzelleştirir. Bu konuda millî kültüre değer vermeleri gerektiğini sık sık dile getiren hocalarından Prof. Gorino’dan çok destek alır. Bu hocası kendisinden “küçük edip” diye bahseder ve gelişmesinde emeği çoktur.

“İtalyan Lisesi’nde okumasaydım yabancı dilleri her yerde öğrenirdim ama Türkçeyi bu kadar güzel öğrenemez, tanıyamazdım.” diyerek İtalyan Lisesine çok şey borçlu olduğunu ifade eder. Babası gibi kendisi de Türk dili konusunda çok hassastır. Türk dilini her zaman millî benliğimizin en mukaddes damgası şeklinde görür. Öğrencilerine, “Dilini kaybeden her şeyini kaybeder!” der ve şöyle devam eder: “Sevgili gençler, tarihiniz ve kültürünüzle gurur duyuyorsanız (ki öyle olduğunuz sürece bu ülke var olmaya devam edecektir), dünyanın en büyük güzelliklerinden biri olan dilinizi çok sevin, iyi değil, çok iyi öğrenmeye çalışın; art niyetliler tarafından bozulmasına göz yummayın. Bilgisizce kullananlara kızmayın (çoğunluğu masumdur) ama yanlışlarını düzeltmekten çekinmeyin.”........

© Yeni Ufuk Dergisi