ETNİK BÖLÜCÜLÜK VE TERÖR
Terör, uzun yıllardır Türk kamuoyunu meşgul eden, her gün bir şekilde muhatap olduğumuz bir kavramdır. Fiilî anlamda teröre milletçe maruz kaldığımız gibi terör kavramı da olur olmadık yerlerde sürekli kullanılmaktadır. Bir siyasi grup diğerini toplumdan dışlamak amacıyla terörist kavramını kullanırken çoğu sefer asıl teröristlerin de terörle uzaktan yakından ilişkisi bulunmayan kişi ya da kişileri teröristlikle suçladığını görüyoruz. Devlet nazarında, yani resmiyette neyin ve kimin terör-terörist olduğu aslında açık olması gerekirken son birkaç aydır bu konuda da tereddütlerin varlığı gözler önündedir. Nitekim terör ve terörist deyince hemen hepimizin aklına 40 yıldır muhatap olduğumuz PKK gelir. Ne yazık ki bugünlerde bu konuda da tereddüt içerisindeyiz. Aslında herkes PKK’nın terör örgütü olduğunda hemfikirdir. Ancak PKK sorununu çözmeye çalışırken suçlunun kim olduğunu karıştırarak yorumlar yapılıyor ki burada PKK’yı teröre iten sebebin bizzat Türk devleti ve milleti olduğu yönünde çıkarımlar yapılıyor. Hatta daha da ileri gidilerek devletin “Türk Devleti” olması; sorunun başlıca sebebi olduğu televizyonlarda, kürsülerde, makalelerde, köşe yazılarında ve ne yazık ki mecliste dile getiriliyor.
Türk milliyetçileri, bunları duyduğu anda zaten karşısında konumlanıyor. Ancak çevremizde şahit olduğumuz bazı durumlar tam olarak neyle karşı karşıya kalabileceğimizin anlaşılmadığını gösteriyor. Bu sebeple konun köküne inip bizzat terörün ideolojik motivasyonunu inceleyerek muhatap olduğumuz konuya eğilmemiz gerekiyor. Böylece terörün nedenini ve amaçlarını daha iyi anlayabiliriz. Baştan belirtmek gerekir ki PKK terörünü incelerken olabildiğince konunun ideolojik taraflarını incelemeye çalışacağız. Çünkü onu ortaya çıkaran sebep ve amaçta ideolojik altyapı başat roldedir. Bu sebeple PKK’nın eylem metotlarına, örgüt yapısına değinmekten kaçınacağız.
Siyasi hareketler, arkasında derin veya sığ ideolojik altyapı ile var olur. İdeolojik altyapı; hareketin varlık sebebini, dünyaya bakışını, hareket metotlarını, ulaşmak istediği neticeyi belirler. Hareketin varlık sebebi, ya bir şeyi yaşatma, koruma gibi sebeplerle ya da bir şeye karşı olmak üzerine belirlenir. Türkçülük için bu Türk milletini korumakken Liberal Kapitalizm için sermaye sahibini yani kapitalisti korumaktır, Marksizm içinse proletarya yani işçi sınıfı adına sermayeye karşı savaşmaktır.
İdeolojiler mücadelelerini yaparken hatta ideoloji daha inşa edilirken bir metot belirlenir. Bu metot kavram inşasından o ideolojinin yol haritasına, mücadele yöntemlerinden propaganda vasıtalarına kadar her adımda kullanılır. Marksizm, metot olarak diyalektik maddeciliği benimsemiştir. Bu sebeple insanlığın evrimini karşıtlıkların savaşı temelinde inceler. Örnekleri arttırıp konuyu dağıtmamak adına muhatabımıza geri dönersek; PKK Marksist-Leninist bir örgüttür. Kendi kuruluş bildirilerinde ve sonraki yayınlarında daima bunu belirtir.[1] Marksizm onu diyalektik maddeciliğe götürür. Marksist diyalektiğe göre, tarihin yürütücüsü sınıf mücadeleleridir ve günümüzdeki kesif mücadele burjuva ile işçi arasındadır. İşçi sınıfının galibiyeti sosyalist toplumun inşasını getirecektir.
Marksist literatürde temel çelişki olarak ifade edilen çatışma budur. Engels temel çelişkiyi şöyle açıklıyor: “Bireysel kapitalist, toplumsal ürünü mülk edinir. Bugünkü toplumumuzun içinde hareket ettiği ve modern endüstrinin açıkça ortaya çıkardığı, başka bütün çelişkileri yaratan temel çelişki…”[2] Yani çelişkinin doğurduğu çatışma Kapitalistin toplumsal ürünü mülk edinmesiyle başlıyor. Ancak bir açık kapı bırakılmış. Temel çelişki, başka çelişkileri de yaratmış.
“Ulusal kültürel özerklik” en ince, bu yüzden de en tehlikeli milliyetçiliği temsil eder. Bu, ulusal kültür sloganlarıyla ve son derece zararlı, giderek anti-demokratik bir şey olan eğitimin milliyetlere göre bölünmesi yolunda propaganda ile işçilerin yozlaştırılmasıdır. Kısaca, bu program, proleter enternasyonalizmiyle mutlak olarak çelişir ve ancak küçük-burjuva milliyetçilerin ülkülerine yanıt verir.
Ama öyle bir durum vardır ki, Marksistler, burada, eğer demokrasiye ve proletaryaya ihanet etmek istemiyorlarsa, ulusal sorunda özel bir istemi, ulusların kaderlerini serbestçe tayin etme hakkını (RSDİP programının 9. maddesi), yani siyasal bakımdan ayrılmayı savunmalıdırlar. Konferans kararı bu istemi öyle ayrıntılı olarak savunmaktadır ki, burada herhangi bir yanlış anlamaya yer olamaz.
(…) Ulusal devlet, kapitalizmin kuralı ve “norması”dır, Türdeş olmayan uluslar devleti, geriliği temsil eder ya da istisnadır. Ulusal ilişkiler bakımından, kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşulları, kuşkusuz ulusal devlet sağlar. Bu, elbette ki, böyle bir devletin, burjuva ilişkileri koruduğu sürece, ulusların sömürülmesini ve ezilmesini önleyebileceği anlamına gelmez. Bu, ancak, Marksistlerin, ulusal devletler kurma özlemini doğuran güçlü iktisadi etkenleri görmezlikten gelemeyecekleri anlamına gelebilir. Bu, Marksistlerin programındaki “ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri” ilkesi, tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasal kaderlerini tayin etme, siyasal bağımsızlık, ulusal bir devletin kurulmasından başka bir anlama gelemez demektir. [3]
1903 yılında kendi kaderini tayini 9. Nokta olarak Rusya Sosyal Demokrat Partisinin programına Lenin tarafından alınmıştır. Tabi ulusların kendi kaderlerini tayini demek proleter mücadelede soru işaretlerine yol açıyordu. Bir kere bu milliyetçiliğe cevaz vermekti ki kabul edilemezdi. Çünkü tarihsel olarak Marksizm’in en çok rahatsızlık duyduğu konuların başında milliyetçilik gelmektedir. Marksizmin evrim........
© Yeni Ufuk Dergisi
