TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ VE İSLAMİYET YAHUT İSLAM’DA DAVA-YI MİLLİYET – 1
“Kişi kavmini sevmekle kınanamaz.” (Hadis-i Şerif)
Giriş
Mensubu olmaktan dolayı ne kadar şükretsek az kalacak kutlu Türk milletinin aziz evlatları, bu yazının muhatabı tam olarak sizlersiniz. “Türk’üm ve Müslümanım fakat niye milliyetçi olayım?”, “Milliyetçilik ırkçılık mıdır?”, “Milliyetçilik ümmeti bölüyor mu?” sorularını pek çok defa duymuşsunuzdur. Bu sorulara cevap vermek ve “kavmiyetçi kâfir” yakıştırması yapılan milliyetçi camianın pek çok kez yakındığı “ne olmadığımızı anlatmaktan ne olduğumuzu anlatamadık” problemine bir çözüm bulmak niyetiyle fakat ne olmadığımızı değil gerçekten de ne olmamız gerektiğini anlamaya çıktığımız bir yolculuğa çıkacağız.
Elbette bizden önce bu konu hakkında birçok şey yazılıp söylendi fakat maalesef uzun yıllar süren manevi buhranın bir sonucu olarak Türk gençleri, hâlâ bu konuda büyük sıkıntılar çekiyor; kimliğine, milletine, milliyetine uzak duruyor. Biz de bu yazıda, öncelikle dinimiz İslam’ın baş kaynağı olan Kur’an-ı Azimüşşan’dan ayetlerle ve diğer ilmî disiplinlerle paralel olarak bu konuyu inceleyip temellendirerek bir Müslüman Türk’ün neden milliyetçi olması gerektiğini, bunun “günah/ayıp” olmadığını anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.
Bu yazının bir diğer amacı da 30 Kasım 1915’te Sebilu’r-Reşad dergisinin 12. cildinin 293. sayısında Babanzâde Ahmet Naim tarafından yazılmış, “İslamda Davayı Kavmiyet” adlı makalesine de bir gönderme yaparak bizi “kavmiyetçi kâfir” olarak yaftalayanlara bir cevap vermektir. Bu yüzden yazının ilk bölümünü Osmanlı’nın son dönemindeki İslamcılardan olan Babanzade Ahmet Naim’in risalesini tetkik ve tenkite ayıracağız, devamında Osmanlı’nın son döneminde devletin sorunlarına çözüm yolları olarak belirlenen üç fikir cereyanından (Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülük) bahsedeceğiz, Türkçülük fikrinin İslam’la olan bağı yahut Türk milliyetçiliğinin İslam’la olan ilişkisini inceleyeceğiz. Sonraki bölümde ise Türk milliyetçiliği ve İslamiyet’i müstakil olarak ele alacağız.
Babanzade Ahmet Naim’in İslam’da Dava-yı Kavmiyet Risalesi
Babanzâde Ahmet Naim (1872-1934) Osmanlı’nın son döneminde yaşamış İslamcılardandır. Soyunun Irak/Musul’daki Baban aşiretine dayandığı ve Türk olmadığı bilinmektedir. İstanbul Darülfünununda mantık ve felsefe üzerine çalışmalarını yürütmüş ve dersler vermiştir. Darülfünun kapatılıp üniversite olunca emekli olan hocalardan olmuştur. Akademik çalışmaları haricinde Sebilürreşat gibi farklı dergilerde yazılarını yayımlamıştır. Ahmet Naim amelde mezhebinin Şafii olduğunu söylemektedir, itikadi olarak da Eşari olduğunu sanıyoruz. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı adına Buhari’nin Tecrid-i Sarih’ini neşretmesi nakle verdiği ihtimamı göstermektedir.
Ahmet Naim’in içine doğduğu dönem, üç fikir cereyanı üzerinden imparatorluğun kurtuluş reçetelerinin ortaya atıldığı bir dönemdir. Ahmet Naim de bu üç fikir cereyanından (Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülük) İslamcılığı usûl ve metot olarak benimsemiş ve kurtuluş reçetesi olarak seçmiş, kendisine de bu minvalde bir yaşam çizgisi belirlemiştir. Ahmet Naim birçok felsefi tercümenin ardından İslam sahasına da girmiş ve Buhari’nin Tecrid-i Sarih Mukaddimesi’ni tercüme etmiştir. O dönem ve sonrasında çok övülmüş olan bu eser hakkında Ali Yardım, “Ahmet Naim’in kendisinin de bir telif eser olarak takdim ettiği hadis usulüne dair olan ‘Tecrid-i Sarih Mukaddimesi’ (eski harflerle 482 sayfa) maalesef, telif değil, tercüme bir eserdir. Adı geçen mukaddime, Suyutî’nin (öl. 911/1505) ‘Tedrîbu’r-Ravî fî Şerhi Takrîbi’n-Nevevî’ adlı kitabının tam bir tercümesidir. Bu durumda, ona yapılan medih (övgü) sıfatları Suyutî’ye ait olmalıdır.” demektedir.
Bu bağlamda aslında Ahmet Naim’in yalnızca bir tercüme yaptığı yani bir hadis âlimi olmadığı vurgulanmıştır.
Veli Atmaca Hoca da Suyutî’nin bu eseriyle, mukaddimeyi karşılaştırmış ve yaptığı bu çalışmaları neşretmiştir.[1]
Yapılan araştırmalar sonucunda, ilmî disiplin ve ahlaka uyduğu söylenilen Babanzade Ahmet Naim’in bir tercüme intihali yaptığı ortaya çıkmıştır.
Bu durumu Ahmet Naim’i korumak isteyenler o dönemde dipnot geleneği yoktu gibi birtakım mesnetsiz yorumlarla açıklamaya çalışmışlardır. Ancak bu konuda Veli Atmaca Hoca şunları söylemiştir:
“Anlaşılan o ki Ahmet Naim’in bizatihi beyan etmese de hatta metin içerisinde Tedrib’ten naklettiği hâlde ‘Tedrib’te şöyle geçmektedir veya Suyutî, filan âlimin görüşünü şu şekilde vermektedir.’ demeden; diğer ulemanın görüşlerini sahibine veya eserine doğrudan nispet ederek vermiş olması, şüpheleri çekmektedir. Yani Ahmet Naim bu şekildeki nakilleriyle, klasik bir âlimin görüşünü, bizzat kendi eserinden almış görünümü vermektedir. Oysa şimdilik Tedrib özelinden........
© Yeni Ufuk Dergisi
