Ne güzel İstanbul be!
Türkiye ekonomisi uzun süredir döviz kurlarındaki gizli dalgalanma ile buna karşılık uygulanan yüksek faiz politikaları arasında sıkışmış durumda; bu ikili baskı hem üretimi hem tüketimi zayıflatıyor. Döviz yükseldiğinde maliyetler artıyor, enflasyon tetikleniyor; enflasyonu kontrol altına almak için faiz artırılıyor, ancak bu da yatırımı ve üretimi boğarak ekonomiyi durağanlığa, işsizliğe ve kırılganlığa sürüklüyor. Üstelik gelir dağılımındaki adaletsizlik, üreticinin artan yükleri ve bazı kesimlerin neredeyse kazanmadan vergi öderken, spekülatif kazanç elde edenlerin vergi vermemesi toplumsal vicdanda ciddi bir vergi adaleti tartışmasına neden oluyor. Artan vergi yükleri, yeni vergi önerileri ve özellikle orta ve dar gelirli bireylerin günlük yaşam alışkanlıklarını hedef alan uygulamalar toplumun geniş kesimlerinde adaletsizlik duygusunu pekiştiriyor. Vergi toplama kapasitemizin, dijital altyapı ve nitelikli insan kaynağıyla birlikte vergi bilincini artırma ve kayıt dışılıkla mücadele amacı taşıdığı ifade edilse de vatandaş bunu bir kamusal dayanışma değil, adeta bir kamusal cezalandırma biçiminde algılıyor. Şeffaflık ve güven tesis etmek yerine ağır vergilerle yüklenmek, vergide adaleti sağlamadığı gibi toplumsal vicdandaki güven duygusunu da iyice sarsıyor.
VERGİ RADARI KİMİ GÖRÜYOR?
Esasında vergi sistemleri sadece devletin mali kasasını doldurmuyor aynı zamanda toplumla kurulan ahlaki bağı da inşa etmeye yarıyor. Dolayısıyla kimden ne kadar vergi alındığı yalnızca ekonomik değil siyasal ve sosyal bir tercihin de yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki bu tercihler kamuoyu nezdinde güçlü olanın değil görünür olanın vergilendirilmesi ekseninde şekilleniyor.
Bahşiş bırakan müşteri, Kastamonu’da sarımsak, Manisa’da kavun, Afyonkarahisar’da patates satan yol esnafı, ikinci el satan öğrenci; radarda hep aynı yüzler beliriyor. Başka bir ifade ile, Bahşiş alan garsondan, IBAN’la satış yapan sokak esnafına; yurt dışına çıkan emekli........
© Yeni Şafak
