“Sınırlar: Türkiye-Yunanistan sınırında göçün izini sürmek…”
Kavel ALPASLAN/BİANET
Bianet’ten Kavel Alpaslan, “Türkiye-Yunanistan sınırında sabit bir noktada durup zaman içinde göçün izini süren Andrés Mourenza, sadece günümüz mültecilerinin değil, yüz yıl önce mübadeleyle yerinden edilmiş insanların hikâyelerini de bugüne taşıyor” diye yazıyor… ‘Sınırlar’ kitabı, bu iki komşu ülkenin ortak acılarına, birbirine benzeyen ulus inşa süreçlerine ve değişen göç rotaları karşısında aynı kalan toplumsal tepkilere ayna tutuyor. Kavel Alpaslan’ın yazısı özetle şöyle:
“Uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan El País yazarı İspanyol Gazeteci Andrés Mourenza’nın Sınırlar: Türk-Yunan Sınırından İnsan Hikayeleri kitabının Türkçe çevirisi geçtiğimiz Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. Ezgi İrgil’in çevirdiği kitap, mekan Tükiye-Yunanistan sınırı üzerinden yakın tarihteki göç hikayelerine odaklanıyor.
Yirmi yıldır Türkiye ve Yunanistan’da gazetecilik yapan Mourenza bize Türkiye-Yunanistan sınırından anlattığı insan hikayeleriyle sadece göçün izini sürmüyor, aynı zamanda her iki ülkenin aynadaki ters yansımalara benzeyen ortak tarihini inceliyor. O sebeple bu kitabın bir başına ‘göç’ üzerine yazıldığını söylemek haksızlık olacaktır.
“Yunanistan ve Türkiye'nin farklı babaları olabilir ama aynı annenin çocuklarıdır” diyen Mourenza, bu ‘kardeşlerin’ yakın geçmişteki tarihlerini göç yolundaki insan hikayeleri ile alıyor. Her ne kadar uzun yıllar Ege Denizi’nin iki yakasında yaşamış olsa da ‘üçüncü bir göz’ olarak soğuk kanlı yaklaşabiliyor oluşu ayrıca kıymetli.
Biz de Mourenza ile hem Sınırlar kitabını, Türkiye ve Yunanistan’ın ulus devlet inşası süreçlerini ve göçü konuştuk.
Sabit bir sınırda iki izleğin benzerliği
*** Kitabınızda Türkiye-Yunanistan arasındaki ilişkileri ‘sınır’ kavramı üzerinden ele alıyorsunuz. Her iki ülkenin sınırlarla ayrılan ortak tarihi bugünün sınır krizleri ile inceliyorsunuz: Aynı sınır bir bakıyoruz yüz küsür yıllık nüfus mübadelesini hatırlatıyor, bir bakıyoruz denizden ve karadan karşı kıyıya geçmeye çalışan binlerce insanın hikayesi ile olduğu yerde duruyor. Sizce ele aldığınız bu iki tarihsel izlek, nerede ve nasıl birleşiyor?
MOURENZA: Mart 2016'da bu iki meselenin ilişkisi üzerine düşünmeye başladım. Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasında imzalanan göçmen karşıtı anlaşmanın yürürlüğe girmesine sayılı günler kala, Midilli'ye gitmek üzere Ayvalık'a gelmiştim. Hava fırtınalı, deniz dalgalıydı ama birçok mülteci, 20 Mart'tan önce Yunanistan kıyılarına ulaşarak anlaşma gereği geri gönderilmemek için hayatlarını riske atıyordu. Örneğin, kitapta hikayesini anlattığım Nur ve ailesi, bebeğiyle birlikte, dört korkutucu denemeden sonra karşıya geçmeyi başarmıştı.
Hava koşulları nedeniyle feribotum iptal oldu ve Ayvalık'ta dolaşmaya başladım, sonunda Çınarlı Camii'ne oturdum. Bir haftaiçi günüydü ve dışarıdaki pazarın ve yakındaki bir okulun sesleri, boş tapınağın içindeki sessizliği daha da pekiştiriyordu. Eskiden bir kiliseydi ve içi hâlâ çok benziyor. Sonra o etkileyici sessizliği ve onun, Ayvalık'ın eski nüfusu, mübadiller gibi yok olanların eksikliğini nasıl hissettirdiğini düşünmeye başladım.
Bu kitabı 2019'da yazmaya başladığımda, İspanya'da mülteci krizleriyle ilgili birçok kitap olduğu için farklı bir şey yapmak istedim. Diğer birçok gazeteci ve yazarın yaptığı gibi mültecilerle birlikte rotayı takip etmek yerine, sabit bir yer seçtim ve zaman içinde ilerledim. Kitabı iki zaman çizelgesi kullanarak yapılandırdım. Biri, 2006'dan 2019'a kadar bugünü takip ediyor, mevcut göç akışlarına ve krizlerine odaklanıyor. Diğeri ise 20. yüzyılın başlarına dönerek, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, Türk-Yunan Savaşı ve nüfus mübadelesi gibi olayların şekillendirdiği sınırın tarihsel oluşumunu izliyor ve 21. yüzyılın başlarına kadar geliyor. Bu iki çizgi birbiriyle iç içe geçerek sınırın hem senkronik hem de diyakronik bir görünümünü sunuyor.
Bu sayede insanların mülteci krizlerine ve göçlere nasıl tepki verdikleri arasındaki benzerlikleri gösterebiliyorum. Çünkü kitap için araştırma yaparken beni en çok etkileyen şey, o zamanki yerel halkın tepkilerinin ne kadar benzer olduğuydu: Örneğin, Yunanistan'daki birçok yerel doktor, Anadolu'dan gelen Rumları ‘kirli’ ve ‘bulaşıcı hastalık taşıyan’ kişiler olarak gördükleri için tedavi etmeyi reddetti -resmi söylem onların ‘Yunan kardeşleri’ olduğunu söylese de. Bu nedenle, gelen mültecilere uluslararası insani yardım kuruluşları yardım etmek zorunda kaldı.
Geçmişi ve bugünü harmanlamak da bilinçli bir karardı, bir tür manifesto gibi. Böylece bugünün Türkiyelileri günümüz göçmenlerinin ve sığınmacılarının yerine kendilerini koyabilsin. Çünkü bu ülke de göçmenler ve mülteciler tarafından inşa edildi.
“Aynı annenin çocukları”
*** Sınırın ‘evveline’ baktığımızda sizin de vurguladığınız en çarpıcı gerçek Türkiye ve Yunanistan’ın benzer bir ulus devlet’leşme süreçleri içerisinden geçtiği…. 20. Yüzyıl başında her iki ülkenin eş zamanlı ve birbirine bağlı olarak yaşadığı ulusal inşa ve ulusal travmalar bize neler anlatıyor?
MOURENZA: Yunanistan ve Türkiye'nin farklı babaları olabilir ama aynı annenin çocuklarıdır. Her iki ülkenin de ulus inşasında çok fazla benzerlik var. Aslında, akademik dünyada eski Sovyetler Birliği veya eski Rus İmparatorluğu toprakları hakkında birçok karşılaştırmalı çalışma varken, eski Osmanlı toprakları bu şekilde ele alınmıyor. Oysa Balkanlar, Kıbrıs veya Lübnan'daki çatışmalar özelinde karşılaştırmalı analizlerle çok........
© Yeni Düzen
