menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

“Paralel tarihler, kör noktalar: Gazze'den Kıbrıs'a inkarın sosyolojisi…”

12 0
26.11.2025

Mete Hatay/DİKEN

“Kıbrıs’ın da, Gazze’nin de bize öğrettiği şey basit ama acı bir gerçek. Toplumlar kendi acısını kutsallaştırıp başkasının acısını tali kıldıkça, barışın imkânı her geçen gün biraz daha eriyor. Hakikat, bir tarafın elinde tutacağı bir mülk değil, ancak ortaklaşarak kurulabilecek bir zemin… Ama belki de en önemlisi şu soruyu sormak: Biz, kendi anlatılarımızı koruma pahasına başkasının acısını görmezden geldiğimiz her seferinde, aslında hangi geleceği kaybediyoruz?”

(Araştırmacı yazar Mete Hatay, “Diken”deki yazısında “Paralel tarihler, kör noktalar: Gazze'den Kıbrıs'a inkarın sosyolojisi”ni ele alıyor… Özellikle Kıbrıs’ta geçmişle yüzleşmeye dair bu önemli yazıyı iktibas ediyoruz. S.U.)

Gazze’de olup bitenleri izlerken, İsrail toplumunun çoğuna hâkim kayıtsızlık ve tek bir tarihe, yani 7 Ekim’e saplanmış mağduriyet ısrarı, beni her defasında Kıbrıs’taki 1963–64 olaylarına götürüyor…

O döneme ilişkin hafızamızı yokladığımızda, aynı adada, aynı günlerde, aynı şiddet döngüsünde iki farklı dünyanın nasıl oluştuğunu hatırlıyoruz. Bir tarafta bombalanan mahalleler, kaybolan insanlar, yerinden edilen on binler; diğer tarafta tüm bu gerçekliğin basına bambaşka yansıdığı, paralel bir anlatı. Ve tıpkı bugün olduğu gibi, o zaman da bu çift-dilli tarih bize sadece bir gerilim değil, uzun vadeli bir ‘inkâr rejimi’ bıraktı.

Kıbrıs’ta iki toplumun da hafızasını kuran şey, çoğu zaman hakikat değil, hakikatin etrafına örülen korkular oldu. Kıbrıslı Rumların resmî söylemde 1963-64 şiddetini ve 1968’e kadar süren abluka dönemini, kendi iç siyasal şiddet pratiklerinden ısrarla arındırıp yalnızca ‘Türk isyanı’na indirgemesi, Kıbrıslı Türklerin 1974 öncesi neler yaşadığını dillendirmekten imtina etmesi (mağduriyetlerini görünür kılmanın ‘1974’ü meşrulaştıracağı’ndan korkuyorlar çünkü) bugün hâlâ taşıdığımız kırılmanın iki ana sütununu oluşturmakta.

Birbirini tamamlayan değil, birbirini kilitleyen iki inkâr siyaseti…

‘Kıbrıslı Rum inkârı’ geçmişi sterilize eden bir dil yaratıyor: 1974 öncesindeki şiddeti, ablukanın yarattığı derin travmayı, kırılmaları ve göçleri görmezden gelen bir yaklaşım. Sanki şiddetin tüm kökeni 1974’ten ibaretmiş gibi. Bu çerçevede, Türk tarafının korkuları da doğal olarak ‘uydurulmuş‘ ya da ‘abartılmış’ bir güvenlik paranoyası olarak görülüyor.

‘Kıbrıslı Türk inkârı’ ise daha sofistike ama maalesef bir o kadar da yıkıcı… Kıbrıslı Rumların maruz kaldığı mağduriyeti tamamen reddetmez ama ‘şarta bağlar’. “Bize bunları yapmasalardı, onlara bunlar olmazdı” diye lineer bir nedensellik kurar. “Napalm Papaz yerinde dursaydı” yollu açıklamalar, kimin hangi meydanda ne dediğine kadar indirgenen bir ahlaki muhasebe… Bu da Rum toplumunun güvenlik kaygılarını sürekli ‘geri iten’, travmasını tali bir meseleye dönüştüren bir savunma siyaseti üretmekte.

Ve böylece iki taraf da birbirinin acısına bakmaz. Bakmayı göze almaz. Çünkü bakmak, kendi anlatısını delik deşik edecek bir yüzleşmeyi çağırır.

Gazze’ye dönersek… Bugün İsrail toplumunun geniş kesiminde gördüğümüz şey de tam olarak bu.. Kendini tek bir tarihsel ana sabitlemiş bir ulusal hafıza; bu hafızaya uymayan tüm acıları bir ‘arka gürültü’ye dönüştüren bir kolektif körlük. “Önce bize ne yaptılar?” sorusuna takılıp kalan bir vicdan.

Kıbrıs’ın 1963–64 deneyimi gösteriyor ki böyle anlarda toplumlar, kendi travmasını mutlaklaştırırken karşı tarafın acısını görünmez kılan bir moral geometri yaratıyor. Bu geometri, yalnızca geçmişi çarpıtmakla kalmıyor, geleceği de rehin alıyor. Yani, inkâr edilen acı, daha sonra siyaseti belirleyen bir hayalet olarak geri dönüyor.

Kıbrıs’ın da, Gazze’nin de bize öğrettiği şey basit ama acı bir gerçek. Toplumlar kendi acısını kutsallaştırıp başkasının acısını tali kıldıkça, barışın imkânı her geçen gün biraz daha eriyor. Hakikat, bir tarafın elinde tutacağı bir mülk değil, ancak ortaklaşarak kurulabilecek bir zemin.

Ama belki de en önemlisi şu soruyu sormak: Biz, kendi anlatılarımızı koruma pahasına başkasının acısını görmezden geldiğimiz her seferinde, aslında hangi geleceği kaybediyoruz?

METE HATAY

“Dünya savaşlarının gizli paydası…”

Akdoğan Özkan/T24

Her ne kadar II. Dünya Savaşı, dönem Avrupa’sının kendi özgül jeopolitiğinin belirlediği koşullar üzerinden gelişerek patlak vermiş ise de, aslında onu I. Dünya Savaşı’nın devamı gibi düşünmek de mümkün. Belki şöyle demek daha doğru olacak: I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı sonuçlar önemli ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri arasında belirdi.
Konuyu böyle bir kesintisizlik üzerinden ortak paydalarıyla gündeme getirmeye çalışmak istememin ardında, olası bir III. Dünya Savaşı’nın sebeplerini de -benzer şekilde- II. Dünya Savaşı’nın sonuçları üzerinden okuyup okuyamayacağımızı görmeye çalışmak. İki savaş arasındaki bağlantının yeni bir harbin üzerinde gelişeceği koşullara dair bir argümantasyonda bize yardımcı olup olamayacağına bakmak.
… O halde, “I. Dünya Savaşı’nın sonuçları 1939’a geldiğimizde büyük ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri olarak karşımıza çıkmıştır” derken ne demek istiyorum, önce onu açarak başlayayım. Şöyle ki…
İlk cihan harbinden muzaffer çıkan İngiltere, Fransa vd. Müttefik ülkelerin ABD’ye olan savaş borçları ile savaşı kaybeden Almanya’nın bu Müttefiklere ödemekle yükümlü kılındığı savaş tazminatı meseleleri uzun yıllar tam ve kesin bir çözüme kavuşturulamamış, bu durum karşı karşıya kalınan ekonomik krizleri........

© Yeni Düzen