İran–İsrail gerilimi – II: İran’dan sonra sıradaki ülke Türkiye mi?
Geçen yazıda İran İsrail Gerilimi ve bunun bir bölgesel savaşa yol açıp açmayacağı üzerinde durmuştuk. Bugün ise son yıllarda çokça söylenen ve bugünlerde herkesin dilinde olan bir soruya cevap vermek istiyorum: “Sıradaki ülke Türkiye mi?”
GİRİŞ: TEHDİT ALGISI MI GERÇEK TEHLİKE Mİ?
İran’a yönelik doğrudan İsrail saldırısı sonrası, Türkiye’de hem kamuoyunda hem entelektüel çevrelerde “sıradaki ülke biz miyiz?” sorusu ciddiyetle tartışılmaya başlandı. Bu sorunun arkasında yalnızca güncel olayların sıcaklığı değil, aynı zamanda Türkiye'nin son yirmi yılda izlediği dış politika, bölgedeki kırılgan denge ve Batı'yla zaman zaman gerilen ilişkiler de yatıyor. Dahası, Türkiye’nin son yıllarda artan jeopolitik aktivizmi, enerji koridorlarındaki rolü ve savunma sanayisindeki atılımları, bazı çevrelerde hedef olma riskini besleyen parametreler olarak görülüyor.
Bu kaygılar elbette boş değil; ancak her jeopolitik gerginlikten bir yıkım senaryosu üretmek de doğru değil. Tarihsel olarak bakıldığında, Türkiye’nin bulunduğu coğrafya daima büyük güçlerin ilgi alanında olmuştur. Ancak Türkiye, İran gibi izole edilmiş, dış dünyayla kopuk ve yaptırımlarla çevrili bir ülke değildir. NATO üyesi, AB ile gümrük birliğinde olan, Batı’nın hem eleştirdiği hem ihtiyaç duyduğu bir aktördür. Bu nedenle, İran’a uygulanan baskının Türkiye’ye aynı biçimde yöneltilmesi bugünkü konjonktürde pek olası görünmemektedir.
Bununla birlikte, “komplo teorisi” ile “stratejik öngörü” arasındaki farkı net biçimde ayırt edebilmek hayati önemdedir. Stratejik öngörü, somut veri, aktör analizi ve çıkar çatışmalarına bakarak gelişmeleri rasyonel çerçevede okur. Komplo teorisi ise neden-sonuç ilişkilerini aşırı genelleyerek her olayı aynı merkezin ürünü olarak sunar. Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu şey, korkularla şekillenmiş savunmacı söylemler değil, akılcı, soğukkanlı ve tarihsel belleği güçlü bir stratejik vizyondur. Çünkü yanlış tehdit algısı, gerçek tehditlere karşı körlüğe neden olabilir.
1. İRAN’IN İÇ BÜTÜNLÜĞÜ: PARÇALANMA TEORİSİ VE SINIR AŞAN ETKİLERİ
İran üzerine geliştirilen parçalanma senaryoları, çoğunlukla etnik ve mezhepsel farklılıklar temelinde kurgulanıyor. Kürtler, Azeriler, Beluçlar ve Arap azınlıklar üzerinden ülkenin bir “mozaik” olduğu ve dış müdahalelerle bu yapının kolayca çatlatılabileceği varsayılıyor. Ancak bu yaklaşım, İran’ın tarihsel ve ideolojik dokusunu yeterince dikkate almayan yüzeysel bir okumadır. Zira İran sadece çok-etnili bir yapı değil, aynı zamanda bu farklılıkları bir ideolojik merkez etrafında bütünleştirme becerisi göstermiş bir medeniyet devletidir. 1979 Devrimi sonrasında kurulan rejim, mezhep temelli bir yönetim olsa da siyasi elitin önemli bir kısmı – özellikle Hamaney gibi isimler ve Devrim Muhafızları’nın üst kadroları – Türk kökenlidir. Bu durum, etnik farkların siyasallaşmasını engelleyen yapısal bir adaptasyon örneğidir.
Kürtler dışındaki etnik grupların büyük çoğunluğu, İran devletine karşı kolektif bir ayrılık talebiyle hareket etmemektedir. Aksine, Irak ve Suriye Kürtleriyle kıyaslandığında İran Kürtleri arasında bile merkezle kopuşu savunanların oranı oldukça sınırlıdır. İran’ın “millî kimliği”, yalnızca etnik bir aidiyetten değil; Pers İmparatorluğu geleneğinden, Şii mezhebi üzerinden inşa........
© Yeni Birlik
