menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Geçmişten bugüne Cumhuriyet ve Demokrasi – II: Türkiye’de Cumhuriyetçi – Demokrat Çatışması

18 1
03.11.2025

Cumartesi günkü yazımda Cumhuriyet ve Demokrasi kavramlarının antik Roma ve Yunan’daki anlamından modern çağda değişmiş halleriyle olan karşılığına nasıl evrildiğini anlatmıştım. Cumhuriyet ve Demokrasi özü itibariyle tiranlık ve oligarşilere karşıdırlar. Temel olarak özgür ve bilinçli olarak bir toplumun üyesi olan vatandaşların yönetime katılması ve yönetimi denetlemesini öngörürler. Bu süreçte, doğal olanı, Cumhuriyet ve Demokrasinin birbirini tamamlamasıdır. Cumhuriyet bir demokrasinin yaşaması için gerekli olan “iktidarın güç sınırlarını”, erkler ayrılığını ve halkın ortak amaç ve değerlerini yansıtan kurallar bütününü temin ederken, Demokrasi de bir cumhuriyetin var oluş sebebini, kalbi ve ruhunu oluşturur: Yani halkın kendi kendini idaresi. Ancak birçok Cumhuriyet vardı ki, bürokratik elitizm bireylerin özgürlüğü ve eşitliğini kısıtlar, halkın demokratik denetim ve yönetim haklarını budar. Eski SSCB, bugünkü İran ve Kuzey Kore bu gibi Cumhuriyetlerdir. Öte yandan Demokrasi’nin de her zaman çeşitli sebeplerle popülist iktidarlar eliyle “çoğunluğun tiranlığına” dönüşme eğilimi vardır. Yani Cumhuriyet ve Demokrasi birbirini tamamlamakla birlikte, çok kırılgan bir zeminde dururlar. Cumhuriyetçiler adalet ve bağımsızlığı koruyalım derken eşitlik ve özgürlüğün kaybına, demokratlar da eşitlik ve özgürlüğü koruyayım derken adalet ve bağımsızlığın kaybına yol açabilirler.

Bugün yukarıda belirttiğim ana fikir etrafında Türkiye’nin 102 yıllık hikayesinde Cumhuriyet ve Demokrasi kavramlarının – yanlış bir algıyla- birbiriyle çatışma sürecini anlatmaya çalışacağım. Bilelim ki, Demokrasi ve Cumhuriyet kavramlarının çatışması bir yana, bu kavramlar birbirinin tamamlayıcısıdır. Ancak yeterince vatandaşlık bilincine sahip olmayan bireyler ve zümreler elinde bu iki kavram çatışmanın iki tarafı gibi görülmektedir.

GİRİŞ – 1923 CUMHURİYETİ: HALK EGEMENLİĞİ Mİ, KURUCU ELİTLERİN VESAYETİ Mİ?

Türkiye Cumhuriyeti, 1923’te yalnızca bir rejim değişikliğiyle değil, aynı zamanda egemenliğin kaynağının yeniden tanımlanmasıyla doğdu. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, Osmanlı’nın teokratik-monarşik düzeninden köklü bir kopuşu ifade ediyordu. Ancak bu yeni egemenliğin nasıl kullanılacağı meselesi, Cumhuriyet’in en temel tartışması haline geldi.

Cumhuriyet, bir halk devrimi olmasına rağmen başlangıçta elitler eliyle inşa edilmiş bir modernleşme projesiydi. Savaşın yorgunluğu, okuryazarlık oranının düşüklüğü ve kurumların zayıflığı, siyasal gücün geniş kitlelere devredilmesini zorlaştırıyordu. Bu nedenle kurucu kadro, demokrasiyi bir “hedef”, Cumhuriyet’i ise o hedefe götürecek bir “araç” olarak gördü.

Atatürk ve arkadaşları, yeni bir toplum yaratmak için önce devletin aklını ve yönünü belirlemeyi gerekli buldular. Halk adına konuşan bir kurucu irade vardı; ancak halkın doğrudan siyasal katılımı sınırlıydı. Bu durum, Cumhuriyet’in ilk yıllarında “koruyucu vesayet” anlayışını doğurdu: Halk egemenliği, halk adına ama halkın dışında örgütlenen bir elitin rehberliğinde uygulanıyordu.

Böylece Türkiye’de Cumhuriyet, demokrasinin temeli olarak değil, çoğu zaman onun ön koşulu ya da alternatifi gibi algılanmaya başladı. Bu gerilim, Türk siyasal hayatının neredeyse bütün yüzyılına yön verecek uzun bir tartışmanın kapısını araladı.

TEK PARTİ DÖNEMİ (1923–1946) – CUMHURİYET VAR AMA DEMOKRASİ SINIRLI

Cumhuriyet’in ilk çeyrek yüzyılı, Türkiye’nin hem siyasal hem toplumsal........

© Yeni Birlik