İran neden bu kadar çaresiz kaldı? Bir çöküşün anatomisi, bölgesel yansımaları ve Türkiye için hayati dersler
Şahin Filiz yazdı…
İran’ın 13 Haziran 2025’te maruz kaldığı büyük çaplı İsrail saldırılarına karşı sergilediği şaşırtıcı tepkisizlik, ilk bakışta askeri bir kapasite zaafı olarak okunabilir. Ancak bu durum, aslında çok daha derin, tarihsel kökleri olan ve çok katmanlı bir erozyonun, adeta bir medeniyetle bağ kopuşunun acı bir tezahürüdür. Mesele yalnızca silah, savunma sanayii ya da teknolojik bir geri kalmışlık değildir; bu, bir milletin kolektif ruhunun yaralanması, halkıyla devlet arasındaki güven bağının paramparça olması, rasyonel aklın yerini hamasi sloganların alması ve entelektüel sermayenin sistematik bir biçimde ülke dışına sürgün edilmesiyle örülmüş trajik bir tablodur.
Bu analizin amacı, İran’ı karalamak ya da sığ bir dış eleştiri sunmak değildir. Bilakis, nüfusunun yarısı Türk olan ve derin tarihsel ve kültürel bağlarımız olan İran’ın acı tecrübesinden hayati dersler ve ibretler çıkarmak, benzer bir kaderin başka coğrafyalarda yaşanmaması adına bir uyarıda bulunmaktır. Zira yaklaşık yarım asırdır süregelen teokratik mollalar yönetimi, İran’ı dışarıdan heybetli görünen ancak içi boşalmış bir “kâğıttan kaplana,” özsuyu çekilmiş, kökleri zayıflamış devasa bir ağaca dönüştürmüştür. Türkiye’de son yıllarda tırmanan otoriterleşme eğilimleri, siyasetin giderek artan bir şekilde dini referanslarla şekillendirilmesi, liyakatin yerini sorgusuz sualsiz sadakatin alması gibi endişe verici gelişmeler, ne yazık ki benzer bir yörüngenin sinyallerini vermektedir. İran’ın içine düştüğü bu buhran, yalnızca tek bir ülkenin krizi olmanın ötesinde, tüm İslam dünyası ve hatta benzer sosyo-politik dinamiklere sahip her toplum için kritik bir uyarı niteliğindedir.
İran’ın yaşadığı derin kırılma, başlangıç noktasını 1979 İslam Devrimi’nin oluşturduğu ve o tarihten itibaren adım adım derinleşerek bugünkü noktaya gelen bir süreçte, sadece bilim ve teknolojideki bir gerilemeden ibaret değildir; bu, topyekûn bir medeniyetten, evrensel değerlerden ve insanlığın ortak birikiminden kopuştur. Oysa İran coğrafyası ve toplumu, binlerce yıllık köklü bir düşünce geleneğine, yetiştirdiği Zekeriyyâ Râzî, Ömer Hayyâm, İbn Sînâ, Hâfız, Sadî, Molla Sadra gibi filozoflar, şairler, hekimler, matematikçiler ve sanatkârlarla İslam medeniyetinin ve hatta dünya tarihinin en parlak entelektüel merkezlerinden birini teşkil etmiştir. İran halkı, doğası gereği eğitimli ve kültürlü, yaratıcı, derin bir tarihsel bilince sahip ancak aynı zamanda geleceğe umutla bakmak isteyen bir toplumdur. Ne var ki, 1979 Devrimi ile tesis edilen ve o günden bugüne varlığını sürdüren mevcut teokratik rejim, bu muazzam toplumsal potansiyeli boğan, dar bir ideolojik kalıba sıkıştıran, çağın ruhuna ve insan onuruna aykırı bir cenderedir.
Bu noktada, akla kaçınılmaz olarak şu soru gelmektedir: Toplumsal ve siyasi yapısında güçlü teokratik unsurlar barındıran İsrail, nasıl oluyor da bilim, teknoloji, inovasyon, askeri kapasite ve eğitimde dünyanın zirvelerinde yer alırken, yine teokratik bir rejimle yönetilen İran tam tersi bir tablo çizmektedir? Bu karşıtlık, İran’daki sorunun sadece “teokrasi”den ibaret olmadığını, rejimin niteliği, dünyaya bakışı ve kurucu felsefesiyle ilgili daha derin ve karmaşık dinamiklerden kaynaklandığını gözler önüne serer. İsrail, eleştirilebilecek pek çok yönüne rağmen kuruluşundan itibaren varlığını bilgi üretimi, teknolojik üstünlük, küresel akademik ve ekonomik ağlarla entegrasyon ve görece (kendi Yahudi vatandaşları için) daha işlevsel demokratik mekanizmalar üzerine kurmuştur. Eleştirel düşünceye, bilimsel araştırmaya ve liyakate İran’la kıyaslanmayacak ölçüde alan tanımıştır. Dini unsurlar toplumsal hayatta ve siyasette etkili olsa da, bunlar İran’daki gibi rasyonel aklı ve bilimsel gelişmeyi topyekûn boğan, izole edici bir totalitarizme dönüşmemiştir. İsrail, Batı dünyasıyla derin stratejik ortaklıklar kurarken, İran ise “Büyük Şeytan” söylemiyle kendini Batı’dan ve evrensel bilimsel birikimden tecrit etmiştir. Dolayısıyla, İsrail’in “başarısı”nın ya da en azından teknolojik ve askeri kapasitesinin ardında, teokratik eğilimlerine rağmen pragmatizm, belirli sınırlar dahilinde dünyaya açıklık ve eğitime yapılan stratejik yatırım yatarken; İran’ın çöküşünün temelinde ise katı dogmatizm, içe kapanma, akıl ve bilim düşmanlığı ve liyakatin yok edilmesi yatmaktadır.
Bu manzara, sadece trajik değil, aynı zamanda keskin bir tarihsel ironi barındırmaktadır. Bugün, İslam’ın doğduğu topraklar olan Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri – tüm geçmişteki katı muhafazakâr yapılarına rağmen –........
© Veryansın TV
