Batan gün kana benziyor
Nihat Genç yazdı…
Felaketler büyüdükçe insanlık küçülür, Ukrayna savaşı, Gazze’de bitmeyen soykırım, Los Angeles’te tarihi yangın, hepsi, bizi küçültüyor!
Büyük felaketlere odaklandıkça, savcı adayı Mithat Can’ın intiharını, Roketsan mühendisi Yusuf Serdar Yücel’in şüpheli ölümü ayrıntı dahi olamıyor dünyamıza!
Hastanesi bombalanan, çocuğunun cenaze namazını kılan Filistinli doktor Hüssam Ebu Safiye’nin İsrail tankları üzerine yürüyüşü, direniş hikayesi bile satır aralarında kalıyor!
Ne derin ne büyük insanlık hikayeleri?
Ama hiç birimiz ‘kahraman’ olamıyoruz, üzülüyoruz ama böcek gibi!
Karşı çıkan öfkeli yazılar yazıyoruz ama tavşan boku kadar!
Felaketler büyüdükçe vicdanımız beynimiz kişiliğimiz, adını anmadan yasını tutmadan ölen-öldürülen bu kahramanlar gibi, ‘görünmez’ oluyoruz!
Yaşadığımız gerçeklik kayboluyor ve ağırlığı olmayan gölgelere dönüşüyoruz!
Keşke ben de yaşadığımı sanacak bir sahte zafer bir kaç yalan slogan bulabilseydim!
İnsanlık ve insanlığımız ölürken bu satırları en yorgun kelimelerle yazmak ağrıma gidiyor!
Utanıyorum kendimden ve kapanıyorum kendime ve terasa çıkıyorum, akşam batmakta!
Eskiler ‘gurub’ der, hava kararıyor, gün batmakta!
Ufukları kızıllıklar sarmış, moru sarısı, ruhum bir bardak su bulmuş gibi lıkır lıkır içiyor dağların arkasında çağıldayarak kaybolan boyutsuz hacimsiz renkleri!
Dağların ardından şırıl şırıl pırıl pırıl dereler gibi renkler akıyor!
Gündem çok karamsar ama dağların başında ‘şinanay yavrum şinanay’ diye neşelenen bir makam var!
Kelimeler kayboluyor renklerde başka tür seslerin yansımaları!
Şarkılardaki tennennin tennennin, amanin amanin, diye süs nakaratları gibi!
Bir şarkıyı uzadıkça uzatan neşeli nakaratlar gibi, Ahmet Haşim gibi, ‘Akşam, yine Akşam, yine Akşam, göllerde bu dem bir kamış olsam!’
Bir ‘iç dünyamız’ kaldı mı?
Bu renkler neremize gelip oturacak?
Renk renk hangi hallerimizi parlatacak?
Hangi delilik içinde yaşıyoruz, kıvam mı kayboldu, tadı mı bozuldu, vakit mi çok geç!
Bombaların sesini, maden şirketlerinin zehrini, tarlalardaki pestiti, kökünden kesilen ağaçları neden göremiyoruz!
Ama görüyor okuyorum, iç dünyasına girip tasavvufi makamlarda yazıp çizenleri!
Düşman yasaklama zahmetine bile girmiyor içinde gönüllü bu kaybolmuşları!
Kelimelerle uzlet sarayları inşa etmiş ve sarayları inşa edenler boynuna edebiyat ödülleri takıyor!
Çünkü fare deliklerinden çıkacak güçleri olmadığını biliyorlar ve iç dünyalarının bu süslü lakırdılarıyla, insan olmaktan çıkmışlar!
Öyle bir iç dünyası tasvir ediyorlar ki, halkı sömürülürken, baliciler hapçılar gibi iç dünyasına sığınıp kafa zom uyumuş kalmışlar, San Fransisko sokakları ya da Afganistan tımarhanelerinde uyuşturucuyla dünyayı unutup sokaklarda yatan evsizlerden farkları kalmadı!
İnsan bu kadar kaçmamalı kelimelerin morfin gücüne!
İç dünyasına, dünyayı unutacak kadar nefretin alemi yok!
Bu nasıl bir iç dünya tasviri içinden dünyaya çıkacak bir küçük patika yol yok!
Göz göze geldiğimde engin ufuklarla, işte bu iç dünyasına saklanmış yazarlardan çok iğreniyorum!
Sanki asıl bomba kelimeler olmuş gerçeği ellerinden almış ve silüet ve mırın kırın ve of, ah, puf gibi güya ıstıraba dair silik kelimelerle düşman bomba bile atmadan işte Gazze’den beter olmuşlar!
Oysa, göz göze geldiğimizde batan güneşle!
Biliyorum, emanetin ağırlığını!
Çırasıyla içiniz tutuşmadan, akşam olmaz!
Tan yeri ağarıncaya kadar gün doğumuna kadar, ateşi artık size emanettir, kızıllıkların!
Ulaşılmaza ulaşan renkler!
Rüyalardan rüyalara hayallerden hayallere giren o göz göze gelmenin sevinci!
O emanetin insanı onurlandıran o büyük seyahatlerin yükü!
Mor kızıllıklar içime işliyor, başımı yastığa koyuyorum, dağ bayır yayla, uçsuz bucaksız çimenler de alev alıyor!
Rüyalarıma bırakayım kızıl ufukları sönmeden söndürülmeden sabaha kadar tutuşsun yastığım beynim!
Gün doğar, kim bilir?
Sabah yükümüzü alacak birileri çıkar ve patlaya patlaya sokaklarında yürüyecek, yeniden uçmaya hazır, bıraktığımız unuttuğumuz bir insan?
İç dünyamızı da fazla da hırpalamayalım, hurda dükkanı demeyelim!
İşte kızıllıklar bir geri dönüşüm ünitesi gibi!
Dalıyor ve, yanlış inşaatların çürümüş demirleri ve hurda makine parçaları içinden minicik duygu parçaları buluyorsun, çok güçlü mıknatıslar gibi, kızıl ufuklar gibi içimizi parlatan!
Hurdacı demeyelim, iç dünyamız, çürük ve yorgun ve sütunlarını kaldıramamış demirleri yeniden ısıtma fırınına........
© Veryansın TV
