menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Neoliberalizmin çöküşünün küresel jeopolitiğe etkisi ve Türkiye

50 5
20.07.2025

Cem Gürdeniz yazdı…

Donald Trump’ın Kongre’ye sunduğu 5 trilyon dolarlık kamu harcamasını içeren “Big, Beautiful Bill” (Büyük ve Güzel Yasa), 1 Temmuz 2025’te Senato’da Başkan Yardımcısı JD Vance’in oyu sayesinde 51–50 ile onaylandı ve 4 Temmuz’da yasalaştı. Bu yasa, neoliberalizmin çöküşüyle doğrudan ilişkilidir. Soğuk Savaş sonrası dönemde sistemin taşıyıcısı olan neoliberalizm; küreselleşme, deregülasyon ve finansallaşma gibi araçlarla işledi. Ancak pandemi, enerji savaşları, tedarik zinciri sorunları ve jeopolitik gerilimler, devletin yeniden sahneye çıktığı bir dönemi başlattı. Neoliberalizmin özündeki “küçük devlet” anlayışının aksine, Trump 5 trilyon dolar harcama ile kamu yatırımlarını ve borçlanmayı artırıyor; savunma, altyapı ve sanayiye yönelik sübvansiyonlarla “devletçi” politikaları öne çıkarıyor. Bu gelişme, piyasa disiplininin yerini seçmen memnuniyetine bıraktığını gösteriyor. Neoliberalizm özellikle 1980 sonrası finans kapitalin orantısız güç kazanmasına neden oldu. 2024’te dünya ekonomisi 110 trilyon dolarken, finansal türevlerin toplamı 730 trilyon doları buldu. Yani reel ekonominin 7 katı. Örneğin, 100 milyon varil petrol tüketimine karşılık, 6 milyar varillik sanal ticaret dönüyor. Bu finansal varlıklar çoğunlukla ABD bankaları, BlackRock, Soros Vakfı, Rothschild & Co, Palantir ve City of London finans devlerinin kontrolünde. Bu yapı neoliberalizmin sürmesini istiyor. Ancak ABD yönetimi, Çin modeli gibi sanayiye dönüş, üretim teşviki ve bağımlılığı azaltmayı hedefliyor. Yeni yasa, devletin görünür gücünü öne çıkarıyor ve post-neoliberal çağın sembolü haline geliyor. Devletin küçülmesi ekonominin büyümesi yerine stratejik ekonomi ve güçlü devlet tercih ediliyor. Büyük krizler her zaman piyasadan çok devleti büyüttü. Bugün Batı’da da devlet, yalnızca düzenleyici değil, yatırımcı, yönlendirici ve gerektiğinde saldırgan bir aktör olarak geri döndü.

1970’lerdeki OPEC krizi sonrası Keynesyen politikaların etkinliği azaldı. Bu krizler, ABD ve Birleşik Krallık’ta neoliberal politikalara yönelişi hızlandırdı. 1980’lerde Thatcher ve Reagan liderliğinde yükselen neoliberalizm; serbest piyasa, özelleştirme, deregülasyon, finansallaşma ve küreselleşme ile 1990’lara dek en güçlü haline ulaştı. Soğuk Savaş sonrası ise, neoliberalizm küreselleşme ve demokratikleşme vaadiyle üç kuşağın ekonomik ve siyasi zeminini belirledi. Başta ekonomik büyüme gibi geçici başarılar sunsa da neoliberal politikalar uzun vadede eşitsizliği derinleştirdi, sosyal güvenlik ağlarını zayıflattı ve 2008 küresel krizinin zeminini hazırladı. Neoliberal politikalar, orta sınıfı eritirken servetin tepede eşi benzeri görülmemiş düzeyde yoğunlaşmasına ve gelir dağılımının tarihte örneği görülmemiş bir adaletsizliğe yol açtı. 2024’te dünya servetinin E-50’si en zengin %1’in elindeydi. En zengin 5 kişi, 3,5 milyar insanın toplamından fazla servete sahipti. Pandemi sonrası zengin %1’in serveti 34 trilyon dolardan fazla arttı. Neoliberalizm, büyük firmalar ve finansal elitlerce bilerek teşvik edildi. Serbest ticaret anlaşmaları işçi haklarını zayıflatırken, çok uluslu şirketleri güçlendirdi. Düşük vergiler ve kısıtlı sosyal harcamalar sermaye lehine işledi. Finansal merkezlerin deregülasyonu ise 2008 gibi krizlere yol açtı. Bu süreç, piyasanın kendi kendini düzenleyeceği iddiasını çökertti; devlet müdahaleleri kaçınılmaz hale geldi. 2008 sonrası büyük bankalar kurtarılırken halk işini ve evini kaybetti, bu da öfke ve güvensizlik yarattı. COVID-19, tedarik zinciri şokları ve Rusya-Ukrayna savaşıyla birleşen süreçte neoliberal model yalnızca ekonomik değil, siyasi ve jeopolitik olarak da sorgulanır hale geldi. Eşitsizlikler, kutuplaşma ve güvenlik tehditleri, neoliberalizmin sonunu getiren temel kırılmaları oluşturdu.

Neo-liberalizmin zirve yaptığı 1990’lar ve 2000’lerin başında, piyasanın görünmez eliyle her sorunun çözüleceğine, devletlerin geri planda kalacağına, teknokratların her şeye rasyonel çözüm bulacağına inanılıyordu. Ancak 2008 sonrası tam tersi bir dönüşüm yaşandı. IMF reçeteleriyle kalkınacağı söylenen ülkeler borç batağında kaldı, serbest ticaretle her şeyin ucuzlayacağına inanan Batı orta sınıfı ise fakirleşti. Piyasa çökerken yerine, devleti kutsayan, ulusal çıkarı öne alan ve “benim malım, benim güvenliğim, benim verilerim” diyen bir siyasal iklim doğdu. Batı’da küreselleşmenin karşılığı popülizm ve korumacılık olurken, Doğu’da Çin ve Rusya, devletçi modelin meşruiyetini ilan eden jeopolitik hamlelerle öne çıktı. Küreselleşmenin altın çağı, ulus-devletlerin gölgesinde sönmeye başladı. Şirketler tedarik zincirlerini kısalttı, devletler stratejik alanlarda kendi kendine yeterliliği öncelik haline getirdi. Büyük ekonomiler, ekonomik güvenliği ulusal güvenliğin parçası ilan etti. Pandemi döneminde maskeden çipe kadar her alanda kriz yaşanırken Batı, bir gecede küreselci kimliğini bırakıp milliyetçiliğe yöneldi. IMF bile pandemi sonrası kamusal yatırımları ve sosyal harcamaları desteklemeye başladı. Eskiden “korumacılık” diye eleştirilen politikalar öne çıkarıldı. Neoliberalizmin babaları Hayek ve Friedman bu sonuçları doğrudan hedeflememiş olabilirdi, onların vizyonu bireysel özgürlük idealine dayanıyordu. Ancak bu ideal, sermaye sahiplerine sınırsız alan açan bir düzene dönüştü. Bu da toplumsal ve siyasi istikrarsızlıkları artırarak popülizmin ve otoriter eğilimlerin yükselmesine zemin hazırladı.

Neoliberalizm ideolojik olarak çökmüş görünse de hâlâ siyasi etkisini sürdürüyor. Ancak devlet mülkiyeti güçleniyor; su, enerji, ulaştırma gibi alanlarda kamulaştırma yeniden gündemde. Enflasyon ve krizlerle devletin rolü yeniden önem kazanırken, demokratik-sosyalist alternatifler hegemonik düzeye ulaşmasa da kamu modeline geçiş tartışmaları yayılıyor. Trump gibi liderler serbest piyasayı terk ederek sermaye yanlısı milliyetçi politikalara yöneliyor; bu da neoliberal normların yerini otoriter ve korumacı modellere bırakmasına işaret ediyor. Sosyal demokratlar da daha eşitlikçi, kamucu ekonomi modellerini tartışıyor. Çin’in devlet kapitalizmi modeli ve Batı-dışı kalkınma yolları meşruiyet kazanıyor. Batı merkezli finans kapitalizmin yerini, devlet kapitalizmi, dijital gözetim ve teknolojik kontrolün iç içe geçtiği melez bir yapı alıyor. Bu süreç devam ederken arkasına finans kapital gücü alan ABD ve AB hâlâ küresel liderlik iddiasını sürdürüyor, ancak Çin teknolojide ve finans sisteminde yeni merkez olma hedefine yaklaşıyor. Rusya, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeler kendi kartlarını masaya sürüyor. Küresel Güney’de ABD’ye karşı artan direniş ve Çin’in dijital ödeme sistemleriyle geliştirdiği alternatif sistemler, dolar hegemonyasını sarsıyor. Trump, BRICS ile çalışan ülkelere –40 arası tarifelerle baskı kurmaya çalışsa da 90 ülkeyle yürütülen görüşmelerden sadece 3 anlaşma çıkması dikkate değer bir sonuç. Trump, büyük bir aşağılama ile saldırsa da 3,5 milyar nüfusu temsil eden BRICS, son genişleme ile 11 tam üyeye erişti. Aynı zamanda 11 ülke aralarındaki ticaretin i’unu dolar dışında gerçekleştiriyorlar. Diğer yandan küresel tedarik zincirleri yeni seçeneklerle kutuplaşıyor; enerji piyasaları parçalanıyor. Örneğin Rusya, Çin, Orta Doğu ve Afrika arasında yeni enerji-maden kartelleri oluşuyor. Küreselleşmenin parçalanması, ulaşım ve enerji hatlarını rekabet ve çatışma alanına çeviriyor. Kuşak-Yol, Orta Koridor, Kuzey-Güney, IMEC gibi ulaşım projeleri ekonomik olmaktan çıkarak askeri ve ideolojik alanlara dönüşüyor. Nadir metaller 20.yüzyıl başında petrolün oynadığı rol ile jeopolitik mücadelede başat emtia haline geliyor. Diğer yandan neoliberalizmin kaleleri IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kurumlar meşruiyet krizine sürükleniyorlar. Bölgesel para birimleri, ikili ticaret ve alternatif finans sistemleri yükseliyor. “Küresel vatandaş” ideali geri çekilirken milliyetçilik ve egemenlik siyasetin merkezine dönüyor. AB içindeki ayrışmalar, Brexit sonrası domino etkisi yaratıyor. Özgür piyasa söylemi bu kez devlet fonları, sübvansiyonlar ve dijital denetimle yeniden yazılıyor. Ancak vurgulamak gerekirse özde değişmeyen, 730 trilyon dolarlık bir köpüğe sahip sermayenin güç yoğunlaşması ve eşitsizlik üretme kapasitesinin devam etmesidir. Yeni dönemde küresel standartlar ve kurumlar zayıflıyor, yerel kurallar ve ikili anlaşmalar öne çıkıyor. Pek çok ülke kendi para birimleri ile ticaret yapıyor. Örneğin İsrail ve ABD baskısı altındaki Mısır bile ABD güdümündeki uluslararası para aktarım sistemi SWIFT yerine Çin’in CIPS sisteminin kullanımına geçebiliyor.

Neo-liberalizm yalnızca ekonomik bir model olarak değil, bir tür jeopolitik ideoloji olarak dayatıldı. Çünkü bu ideolojinin vaadi şuydu: “Dünya tek pazar olacak, ülkeler rekabetten refah üretecek, sınırlar önemini yitirecek.” ABD ve kolektif batının hegemon olduğu bir dünyada bu ekonomik ideoloji Amerikan kenar kuşak ve deniz jeopolitiğine eklendi. Neoliberalizm 1980’lerden sonra Amerikan doları, Amerikan askeri gücü, ittifak sistemi, askeri üslenme koruması altında küreselleşme üzerinden küresel hâkimiyeti elde etti. Soğuk Savaşın ABD galibiyeti ile bitmesi ve komünist blokun çökmesi ABD neoconları ve finans kapitalin temsilcilerini İsrail’in güvenlik jeopolitiğini de içine alacak şekilde Yeni Amerikan Yüzyılının tesisine yöneltti. Post modern sömürgeler, sınırsız kaynaklara erişim, yeni pazarların oluşumu Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi gibi emperyalist girişimlerle neoliberalizmin genişlemesi hedeflendi. Yugoslavya parçalanırken ABD, Avrupa’ya müdahale edebilmek ve Amerikan askeri gücünün Avrupa için vaz geçilmez olduğunu ispat için iç savaşın uzamasını adeta teşvik etti. Böylece soğuk savaşın bitmesi ile ilk on yılda önce Afganistan, Irak ve Somali’nin sonra Yugoslavya’nın parçalanması sağlandı. 21. Yüzyıl başlangıcından itibaren AB’nin bağımsız askeri kimliği zayıflatılırken NATO’nun Rusya’nın çevrelenmesi ve parçalanması sürecine yönelik şekilde genişlemesi sağlandı. NATO 16 üyeden 32 üyeye terfi etti. Yetki ve sorumluluk sahası olmadığı halde NATO Afganistan’da kullanıldı. 11 Eylül 2001 sonrası Terörle Küresel Savaş paradigması ile Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve Yemen’de yaşanan iç savaşlar ve işgaller sadece ölüm ve yıkım getirmedi aynı zamanda başta Avrupa olmak üzere pek çok ülkeye tarihte örneği görülmemiş kitlesel mülteci akınlarını başlattı. Kısacası neoliberalizmin jeopolitiği Amerikan ve İsrail jeopolitiği ile birleşerek tüm dünyaya karmaşa, istikrarsızlık ve ölüm getirdi. Bu süreçte Afganistan, Irak, Suriye gibi savaşlar kazanılmadı, ama sürekli sürdürüldü. Müdahaleler zafer için değil, savunma sanayiini ve lobileri beslemek için yaratıldı. ABD’nin bitmeyen savaşları bugün de ulusal çıkarlar için değil, finans kapital ve........

© Veryansın TV