menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Avrupa’da Silahlanma ve Sosyal-Politik Çöküş Riski

7 0
29.10.2025

Avrupa kıtası, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren barış, refah ve sosyal adalet ilkeleri üzerine inşa edilen bir siyasi ve ekonomik yapı olarak öne çıkmıştır. Ancak 21. yüzyılın ikinci çeyreğine girilirken, Avrupa Birliği ve üye devletlerin önceliklerinde dikkat çekici bir değişim gözlenmektedir. Güvenlik merkezli politikaların yükselmesi, sosyal refah devleti harcamalarının azalması ve savunma sanayine yapılan büyük yatırımlar, kıtanın tarihsel “barış projesi” kimliğini tehdit etmektedir (Euronews, 2025). Özellikle Ukrayna-Rusya savaşı sonrasında Avrupa’da yeniden silahlanma söylemi, siyasi elitler tarafından bir zorunluluk olarak sunulmakta; ancak bu yönelim, hem ekonomik hem de kültürel düzeyde ciddi bedelleri beraberinde getirmektedir (Ceylan, 2025).

Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun genişlemesiyle birlikte, Avrupa ülkeleri savunma alanında görece bir gevşeme dönemine girmişti. Sosyal politikaların genişlemesi, kültürel çoğulculuk ve ekonomik refah bu dönemde ön plana çıkmıştı. Ancak 2014’ten itibaren artan jeopolitik gerilimler, 2022’deki Ukrayna savaşının etkisiyle doruk noktasına ulaşmıştır. Bu durum, Avrupa’da hem güvenlik algısını hem de bütçe önceliklerini değiştirmiştir. Artık birçok ülkede sağlık, eğitim ve sosyal destek harcamaları ikinci plana itilmekte, askeri yatırımlar birincil kalem hâline gelmektedir (World Socialist Web Site, 2025).

Bu süreçte dikkat çeken bir diğer olgu, Avrupa’nın kendi silah endüstrisini “stratejik özerklik” adı altında yeniden inşa etmeye yönelmesidir. Fransa, Almanya, Polonya gibi ülkeler yerli üretim tesislerine devasa kaynaklar aktarırken; AB düzeyinde de ortak savunma fonları oluşturulmuştur. Ancak bu fonların şeffaflık ve demokratik denetim eksikliği, ciddi bir tartışma konusudur (Eureporter, 2025). Askerî yatırımların artışı, sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik ve kültürel dengeleri de değiştirmektedir. Refah devleti anlayışından güvenlik devleti anlayışına geçiş, sosyal huzursuzluk ve otoriterleşme riskini güçlendirmektedir (Uzgören, 2020).

Avrupa’da Silahlanmanın Mevcut Dinamikleri

Güvenlik Ortamı ve Jeopolitik Baskılar

Avrupa’nın silahlanma sürecini anlamak için öncelikle içinde bulunduğu güvenlik ortamını analiz etmek gerekir. Ukrayna-Rusya savaşı, Avrupa güvenlik mimarisinin kırılma noktası olmuştur. Savaş, kıta genelinde bir “jeopolitik uyanış” olarak nitelendirilmiş; ancak bu uyanış, barış politikalarından uzaklaşma anlamına gelmiştir (Ceylan, 2025). Almanya’nın “Zeitenwende” (dönüm noktası) ilanıyla birlikte 100 milyar euroluk savunma fonu oluşturması, Polonya’nın GSYH’sinin %4’ünü savunmaya ayırması gibi adımlar, Avrupa’da militarizasyonun kalıcı bir eğilim haline geldiğini göstermektedir (Euronews, 2025). Bu politikaların gerekçesi genellikle “Rus tehdidi” olarak sunulsa da, arka planda ABD’nin stratejik yönlendirmesi ve NATO’nun doğuya doğru genişleme stratejisi belirleyici bir rol oynamaktadır (Eureporter, 2025).

Jeopolitik baskılar sadece doğudan değil, küresel ölçekte de Avrupa üzerinde etkili olmaktadır. Çin’in ekonomik ve teknolojik yükselişi, Orta Doğu’daki istikrarsızlık ve Afrika’daki enerji rekabeti, Avrupa elitleri tarafından “çok cepheli tehdit” olarak yorumlanmaktadır (İktibas Dergisi, 2025). Bu algı, savunma bütçelerinin sürekli büyütülmesini meşrulaştırmakta, sosyal ve ekonomik önceliklerin ikinci plana itilmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla güvenlik politikaları, sadece dış tehditlere karşı değil, aynı zamanda iç siyasal meşruiyet üretme aracına da dönüşmüştür. “Güvenlik” kavramı, ekonomik kriz dönemlerinde halkın dikkatini sosyal sorunlardan uzaklaştırmak için işlevsel bir söylem olarak kullanılmaktadır (World Socialist Web Site, 2025).

Bu yeni güvenlik paradigması, Avrupa Birliği’nin siyasi yapısında da önemli değişimlere yol açmıştır. Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP), başlangıçta ortak barış operasyonlarını desteklemek için tasarlanmışken, bugün giderek NATO ile paralel bir askeri yönelime dönüşmektedir. Bu dönüşüm, AB’nin dış politikasında özerkliği değil, aksine ABD merkezli stratejilere bağımlılığı artırmaktadır (Uzgören, 2020). ABD’nin Avrupa üzerindeki askeri etkisi, savunma teknolojileri, istihbarat paylaşımı ve NATO üsleri aracılığıyla yeniden güç kazanmıştır. Bu durum, Avrupa kamuoyunda “ABD’nin vekil askeri” eleştirilerinin artmasına neden olmaktadır (Ceylan, 2025).

Avrupa iç siyasetinde güvenlik söyleminin yükselişi, demokratik dengeleri de tehdit etmektedir. Birçok ülkede muhalefet partileri dahi “savunma zorunluluğu” söylemine teslim olmuş; askeri harcamaları sorgulamak “ulusal güvenliğe ihanet” olarak çerçevelenmiştir. Bu durum, medya ve akademik çevrelerde özgür tartışma alanlarını daraltmakta, militarist propagandanın toplumsal norm haline gelmesine zemin hazırlamaktadır (Euronews, 2025). Avrupa halklarının tarihsel olarak barış, uzlaşma ve insan hakları gibi değerlere dayalı siyasal kültürü, yerini giderek “güç ve caydırıcılık” merkezli bir zihniyete bırakmaktadır.

Bu yüzden , Avrupa’nın güvenlik ortamı yeniden biçimlenirken, bu dönüşüm sadece askeri stratejilerde değil, toplumun siyasal bilinç düzeyinde de köklü bir değişimi beraberinde getirmektedir. Silahlanma politikaları, dışsal bir tehditten çok, içsel bir dönüşüm sürecinin ideolojik aracına dönüşmüştür. Avrupa, bu noktada iki yoldan birini seçecektir: ya güvenlik merkezli otoriterleşme döngüsünü derinleştirecek, ya da sosyal devletin ve demokratik barış kültürünün yeniden inşası için bir karşı hareket geliştirecektir (Uzgören, 2020).

Mali Finansman ve Askeri Harcama Baskısı

Avrupa’da artan silahlanma eğilimi, yalnızca jeopolitik güvenlik kaygılarıyla değil, aynı zamanda mali kaynakların nasıl yönlendirildiğiyle de yakından ilişkilidir. Soğuk Savaş sonrasında “barış temettüsü” olarak adlandırılan dönemde, birçok Avrupa ülkesi askeri bütçelerini küçültmüş, kaynaklarını sosyal refah, sağlık ve eğitim gibi alanlara kaydırmıştı. Ancak son yıllarda yaşanan krizler , özellikle Rusya-Ukrayna savaş, bu eğilimi tersine çevirmiştir. Avrupa Komisyonu ve NATO verilerine göre, 2023-2025 arasında Avrupa genelinde savunma harcamaları ortalama % oranında artmıştır (Euronews, 2025). Bu artış, özellikle Almanya, Polonya, Fransa ve İtalya gibi büyük ekonomilerde dikkat çekicidir. Almanya’nın 100 milyar euro tutarındaki “özel savunma fonu”, Avrupa tarihinin en büyük askeri yatırım hamlelerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir (Ceylan, 2025).

Savunma harcamalarındaki bu yükseliş, ulusal bütçeler üzerinde doğrudan baskı oluşturmaktadır. Avrupa Birliği içinde özellikle güney ülkeleri –İspanya, Yunanistan, İtalya, Portekiz, hâlihazırda yüksek borç yükü altındayken, askeri harcamalara ayrılan yeni fonlar sosyal programlarda kesintilere neden olmaktadır. 2025 Avrupa Komisyonu raporuna göre, bu ülkelerin çoğunda sağlık, eğitim ve sosyal yardım bütçeleri reel olarak küçülmüş, buna karşın savunma giderleri ortalama  oranında artmıştır (Eureporter, 2025). Böylece refah devleti dengesi, “savunma devleti” lehine bozulmaktadır. Bu durum, toplumsal adalet ilkesini zedeleyerek gelir dağılımı eşitsizliklerini daha da derinleştirmektedir (Uzgören, 2020).

Finansman sorununa getirilen çözümlerden biri, AB düzeyinde ortak borçlanma yoluyla savunma projelerini finanse etme önerisidir. 2025 başında gündeme gelen bu fikir, pandemi sonrası “NextGenerationEU” fonuna benzer şekilde, savunma için ortak borçlanma yapılmasını öngörmektedir (Euronews, 2025). Ancak bu yaklaşım, hem demokratik meşruiyet hem de sosyal adalet açısından ciddi eleştirilerle karşılaşmıştır. Eleştirmenler, bu tür borçlanmaların silah endüstrisi için kamu kaynaklarının seferber edilmesi anlamına geldiğini, dolayısıyla “kamusal borçla özel kâr yaratıldığını” savunmaktadır (World Socialist Web Site, 2025). Böylece, militarizasyon süreci sadece siyasal değil, ekonomik olarak da neoliberal bir mantıkla ilerlemektedir.

Avrupa ekonomilerinin içinde bulunduğu bu ikilem, aynı zamanda yatırım önceliklerinin geleceğini belirlemektedir. Askeri sanayiye yönlendirilen fonlar, yenilenebilir enerji, yeşil dönüşüm, dijital altyapı gibi uzun vadeli kalkınma alanlarından çekilmektedir. Avrupa Yatırım Bankası verilerine göre, savunma yatırımlarındaki artış, sürdürülebilirlik fonlarını 2024-2025 döneminde  oranında azaltmıştır (Markó, 2024). Bu da iklim politikalarının ertelenmesine, çevresel hedeflerin arka plana itilmesine neden olmaktadır. Aslında savunma harcamaları, sadece bugünün kaynaklarını değil, geleceğin yatırım potansiyelini de tüketmektedir.

Genel hatlarıyla değerlendirildiğinde, Avrupa’da artan askeri harcamalar ekonomik rasyonalite açısından sürdürülebilir görünmemektedir. Kıtadaki hükümetler kısa vadeli güvenlik kaygılarına odaklanırken, uzun vadeli sosyal ve çevresel istikrarı feda etmektedir. Kamu bütçesi dengesi, silah endüstrisinin lehine; vatandaşların refahının aleyhine bir biçimde yeniden yapılandırılmaktadır. Bu eğilim devam ettiği sürece Avrupa sosyal devletinin mali temelleri zayıflayacak, toplumun alt sınıflarında derin bir huzursuzluk birikecektir (Ceylan, 2025).

Askeri Sanayi ve Savunma Endüstrisi

Avrupa’da yeniden silahlanma süreci, yalnızca güvenlik politikalarının değil, ekonomik yapıların da dönüşümünü beraberinde getirmektedir. 1990’larda askeri harcamaların azalmasıyla savunma sanayii birçok ülkede küçülmeye gitmiş, kaynaklar sivil sektörlere aktarılmıştı. Ancak 2020’li yıllarda bu eğilim tersine dönmüş; savunma endüstrisi tekrar stratejik öncelik haline gelmiştir (Ceylan, 2025). Özellikle Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında Avrupa ülkeleri, yerli üretim kapasitesini artırmak, dışa bağımlılığı azaltmak ve “stratejik özerklik” sağlamak hedefiyle yeni savunma programları başlatmıştır. Fransa’da Dassault, Almanya’da Rheinmetall, İtalya’da Leonardo, İspanya’da Indra gibi firmalar devlet destekleriyle hızla büyümüş; AB düzeyinde ise Avrupa Savunma Fonu (EDF) 8 milyar euro’luk bütçeyle faaliyete geçirilmiştir (Eureporter, 2025). Bu gelişmeler, Avrupa’da askeri sanayinin yeniden canlanmasının yalnızca güvenlik değil, aynı zamanda ekonomik bir strateji olarak görüldüğünü göstermektedir.

Askeri sanayi, günümüzde Avrupa ekonomilerinin önemli bir istihdam ve teknoloji alanı haline gelmiştir. Savunma sektöründe çalışanların sayısı 2025 itibarıyla 500.000’i aşmış, dolaylı istihdamla birlikte bu sayı 1,2 milyona yaklaşmıştır (Euronews, 2025). Hükümetler bu durumu, “ekonomik kalkınmaya katkı” gerekçesiyle meşrulaştırmakta; silah sanayine yapılan yatırımların hem inovasyon hem de ihracat açısından kazanç getireceğini savunmaktadır. Ancak eleştiriler, bu üretimin kamu yararına değil, büyük şirketlerin çıkarına hizmet ettiğini vurgulamaktadır (World Socialist Web Site, 2025). Zira silah endüstrisi doğası gereği kapalı, şeffaf olmayan ve demokratik denetime kapalı bir alandır. Kamu kaynaklarının hangi projelere aktarıldığı, hangi şirketlerin hangi ihale süreçlerinde öne çıktığı çoğu zaman belirsizdir.

Silah sanayisinin ekonomik dinamizmi, aynı zamanda Avrupa’nın iç pazar ve dış politika yönelimlerini de etkilemektedir. Avrupa ülkeleri arasında silah ihracatı konusunda yoğun bir rekabet yaşanmakta; Almanya, Fransa ve İtalya başta olmak üzere birçok ülke, silah ihracatını ekonomik denge aracı olarak kullanmaktadır (Ceylan, 2025). Bu durum, etik ve politik açıdan tartışmalı sonuçlar doğurmaktadır. Zira Avrupa Birliği, bir yandan “barış ve insan hakları” ilkelerini savunurken, diğer yandan otoriter rejimlere silah satışı yapmaktadır. Örneğin 2024’te Fransa’nın Mısır’a, Almanya’nın ise Suudi Arabistan’a yaptığı silah satışları kamuoyunda ciddi eleştirilere yol açmıştır (Eureporter, 2025). Böylece Avrupa, kendi barışçı kimliğiyle çelişen bir askeri kapitalizm modeline doğru ilerlemektedir.

Askeri endüstrinin büyümesi, siyasal karar alma süreçlerinde de etkisini göstermektedir. Savunma şirketleri, lobi faaliyetleriyle hükümet politikalarını etkilemekte, medya aracılığıyla güvenlik söylemini pekiştirmektedir. Bu durum, “demokratik meşruiyet” ilkesini zedelemekte; kamusal tartışma alanını daraltmaktadır (Uzgören, 2020). Örneğin Almanya’da Rheinmetall CEO’su Armin Papperger’in hükümet yetkilileriyle doğrudan politika belirleme toplantılarına katılması, savunma sanayinin siyaset üzerindeki etkisini gözler önüne sermiştir. Aynı şekilde Fransa’da Dassault grubunun savunma bütçesi üzerindeki etkisi kamuoyu tarafından sıkça eleştirilmektedir. Silah sanayisinin siyasetle iç içe geçmesi, “demokratik hesap verebilirlik” ilkesinin erozyonuna yol açmaktadır.

Bu çerçevede değerlendirildiğinde, Avrupa’da askeri sanayinin yeniden güçlenmesi, sadece ekonomik bir kalkınma aracı değil, aynı zamanda yeni bir toplumsal hiyerarşi biçimidir. Savunma sektörü, devletin stratejik önceliklerini belirleme gücünü elinde bulundurarak demokratik denge mekanizmalarını zayıflatmaktadır. Silah üretimi, toplumun refahını artırmak yerine, kapitalist merkezlerin kârını büyütmekte; halkın ödediği vergiler, şeffaflık dışı projelere yönlendirilmektedir. Uzun vadede bu durum, Avrupa toplumlarını “barıştan beslenen uygarlık” modelinden, “savaş ekonomisine dayalı otoriter” bir yapıya dönüştürme riskini taşımaktadır (World Socialist Web Site, 2025).

Sosyal ve Kültürel Sonuçlar: Çöküş Senaryoları

Sosyal Devletin Erozyonu

Avrupa’nın 20. yüzyıl boyunca inşa ettiği refah devleti modeli, sosyal adalet, eşitlik ve dayanışma ilkeleri üzerine kurulmuştu. Bu model, savaş sonrası dönemde hem ekonomik büyümenin hem de toplumsal barışın temel dayanağı olarak görülmüştür. Ancak 21. yüzyılın ikinci çeyreğine gelindiğinde, bu yapı ciddi biçimde sarsılmaktadır. Yeniden silahlanma politikaları, kamu kaynaklarının öncelik sıralamasını kökten değiştirmiştir. Eğitim, sağlık, sosyal yardımlar gibi alanlara ayrılan bütçeler kısıtlanırken, savunma harcamaları hızla artmaktadır. 2024 Avrupa Komisyonu raporuna göre, AB ülkelerinde ortalama savunma harcaması GSYH’nin %1,5’inden %2,3’üne yükselmiş; buna karşılık sosyal harcamalarda reel olarak %0,8 oranında düşüş yaşanmıştır (Euronews, 2025). Bu tablo, sosyal devletin yeniden silahlanma süreci içinde çözülmeye başladığını açıkça göstermektedir.

Refah devleti kavramının tarihsel temelleri, özellikle İskandinav modeli ve Almanya’nın sosyal pazar ekonomisi üzerinden şekillenmişti. Bu sistem, ekonomik büyüme ile sosyal adalet arasında bir denge kurmayı amaçlıyordu. Ancak günümüzde bu denge bozulmaktadır. Devletin güvenlik merkezli yaklaşımı, sosyal hakların ikincil bir konuma itilmesine yol açmaktadır. Almanya’da 2024 yılında yapılan bütçe düzenlemesinde, askerî harcamalar 6,5 milyar euro artırılırken, sosyal yardım ödenekleri 1,3 milyar euro azaltılmıştır (Ceylan, 2025). Bu eğilim, sadece ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik bir dönüşümü de temsil etmektedir: bireylerin sosyal güvenceye değil, “ulusal güvenliğe” yatırım yapması beklenmektedir. Böylece refah anlayışı, yerini disiplin ve kontrol temelli bir devlet anlayışına bırakmaktadır (Uzgören, 2020).

Bu süreçte, sosyal devletin kurumsal dayanakları da zayıflamaktadır. Kamu sektöründe istihdam azalmış, birçok hizmet özelleştirilmiş veya kâr amacı güden özel kuruluşlara devredilmiştir. Özellikle sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerde kamusal kalite gerilemiş, eşitsizlikler derinleşmiştir. İngiltere’de savunma bütçesinin artırıldığı 2024–2025 döneminde, Ulusal Sağlık Servisi’nin (NHS) finansmanı reel olarak %3 küçülmüş; Fransa’da ise eğitim bütçesi GSYH’nin %5,2’sinden %4,7’sine düşmüştür (Eureporter, 2025). Bu durum, toplumsal memnuniyetsizliği artırmış ve sendikal hareketleri yeniden canlandırmıştır. Halk, “tanklar için değil, insanlar için bütçe” sloganıyla meydanlara çıkmaya başlamıştır (World Socialist Web Site, 2025). Bu tepkiler, sosyal devletin çöküşünün aynı zamanda demokratik bir direniş sürecini de tetiklediğini göstermektedir.

Refah devletinin çözülmesi, toplumsal psikoloji üzerinde de derin etkiler yaratmaktadır. Sosyal güven duygusunun kaybı, bireyler arasında rekabeti ve güvensizliği artırmakta; kolektif dayanışma yerini bireysel hayatta kalma mücadelesine bırakmaktadır. Bu kültürel dönüşüm, özellikle genç kuşaklarda geleceğe dair umutsuzluk duygusunu beslemektedir. Avrupa Sosyoloji Derneği’nin 2025 araştırmasına göre, 18–35 yaş arası bireylerin b’si “gelecekte sosyal haklarının azalacağından” endişe duymaktadır. Bu algı, sadece ekonomik bir kaygı değil; aynı zamanda sistemsel bir güven krizi anlamına gelmektedir. Sosyal devletin zayıflaması, vatandaş ile devlet arasındaki güven bağını koparmaktadır (Markó, 2024).

Son tahlilde, Avrupa’da sosyal devletin erozyonu, yeniden silahlanma sürecinin en görünmez ama en derin etkilerinden biridir. Ekonomik göstergeler kısa vadede büyüme veya istihdam gibi olumlu sonuçlar verse de, uzun vadede bu model toplumsal yapının dayanıklılığını zayıflatmaktadır. Silah endüstrisinin kazancı, sosyal bütünlüğün kaybıyla birlikte gelmektedir. Eğer bu eğilim tersine çevrilmezse, Avrupa refah devleti tarihsel misyonunu yitirerek yalnızca “güvenlik devleti” formuna indirgenecektir (Ceylan, 2025).

Kültürel Değerlerde Kırılma

Avrupa, tarihsel olarak “barış kültürü” kavramıyla özdeşleşmiş bir uygarlık alanıdır. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Avrupa Birliği’nin temel amacı, kıta içi savaşları sonsuza kadar sona erdirmek, farklı ulusları ortak değerler etrafında birleştirmekti. Ancak son yıllarda bu kültürel kimlik ciddi bir sarsıntı geçirmektedir. Silahlanma politikalarının ve güvenlik merkezli söylemlerin yükselişi, Avrupa toplumlarının kültürel dokusuna derin bir baskı yapmaktadır. Özellikle medya ve siyasi söylem düzeyinde sürekli yeniden üretilen “tehdit algısı”, barış, uzlaşma ve insan hakları gibi değerlerin arka plana itilmesine yol açmaktadır (Euronews, 2025). Avrupa kamuoyunda giderek daha sık “güçlü olma”, “caydırıcılık” ve “savunma” temaları vurgulanmakta; bu da kültürel düzeyde militarist bir normalleşmeyi beraberinde getirmektedir.

Bu dönüşüm, özellikle siyasi elitler ve medya aracılığıyla meşrulaştırılmaktadır. Avrupa basınında “Rus tehdidi”, “Çin’in yayılmacılığı” veya “İran kaynaklı siber saldırılar” gibi söylemler, güvenlik politikasının toplumsal onayını üretmek için yoğun biçimde kullanılmaktadır (Ceylan, 2025). Bu söylem biçimi, kültürel kimliğin temel unsurlarından biri olan “ötekiyle diyalog” anlayışını aşındırmakta; toplumları korku ve güvensizlik üzerine kurulu bir kimliğe yönlendirmektedir. Korku siyaseti, sanattan eğitime, gündelik iletişim biçimlerinden siyasal tartışmalara kadar uzanan bir kültürel kaymayı tetiklemektedir.........

© Turkish Forum