Millî Ülkü Ve Kutlu Kavuşma: Hat-Ay
Hatay… Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gözünde asla sıradan bir toprak parçası değildi. 1931’de Adana’da dile getirdiği “40 asırlık Türk yurdu ecnebi elinde esir kalamaz!” sözü ile Hatay Davası’nın ne denli vazgeçilmez olduğunu bütün dünyaya ilan etti. “Hatay benim şahsi meselemdir” diyordu; gerekirse makamını dahi bırakıp bir nefer gibi Hatay’a geçerek mücadeleye bizzat katılacağını açıkça ifade etti. O’nun bu kararlılığı ve inancı, Hatay Davası’na tüm milleti kenetleyen en büyük motivasyon kaynağı oldu.
Atatürk, Hatay’ı anavatana katma ülküsüne hayatının son yıllarında bütün gücüyle eğildi. İlerleyen hastalığına rağmen, Hatay meselesindeki gelişmeleri yakından takip ediyor, gerekli talimatları veriyordu. 1936’da bizzat “Hatay” adını kendisi koyarak bu Türk diyarına tarihi ve kültürel kimliğini iade etti. Hatta Hatay için ayrı bir bayrak tasarlayıp ay-yıldızlı Hatay Bayrağını Hataylılara armağan etti. Bu bayrak, renk ve sembolüyle Türkiye Cumhuriyeti Bayrağı’na çok benziyordu; böylece Hatay’ın Türk Milleti’nin ayrılmaz bir parçası olduğu dünyaya gösteriliyordu.
Hatay’ın anavatana katılması, sabırla örülen çok cepheli bir stratejinin eseriydi. Atatürk ve kurmayları, diplomasi masasında soğukkanlı ve kararlı bir yol izlerken perde arkasında da adeta bir “özel harp” stratejisi uyguladılar. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız mandasına bırakılan İskenderun Sancağı (Hatay), 1921 Ankara Andlaşması ile özel bir statü kazanmıştı ama yine de Suriye sınırları içinde kalmıştı.
Türkiye, Lozan’dan sonra uzun süre bölgede resmi bir adım atmasa da Hatay Türklerinin durumu hep akıllardaydı. 1936’ya gelindiğinde Fransa, Suriye’ye bağımsızlık vereceğini açıklayınca Ankara Hükümeti vakit kaybetmeden harekete geçti. Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras aracılığıyla konuyu Milletler Cemiyeti’ne taşıdı. Türkiye’nin tezi açıktı: Hatay Türklerinin hakları, Suriye’ye bağımsızlık verilirken çiğnenemezdi. Ankara, “toprak talep etmiyoruz, Hatay’a da Suriye’ye tanınan bağımsızlık tanınsın” diyerek uluslararası camianın desteğini kazanmaya çalıştı. Bu akılcı diplomatik hamle, dünyaya Türkiye’nin meseleyi ilhak değil, halkın kendi geleceğini tayin hakkı çerçevesinde gördüğünü göstermeyi amaçlıyordu.
Diplomasi işletilirken, Hatay’daki Türklerin de örgütlenmesi ve moralinin yüksek tutulması gerekiyordu. Bu noktada Türk Hükümeti, gizliden Hatay davasını besleyen adımlar attı. Ankara, Hatay’da yaşayan Türklerin sesi olacak cemiyetleri destekledi; Türk Basını meseleyi manşetlerden düşürmeyerek kamuoyunu bilinçlendirdi. Hatta Atatürk’ün talimatıyla, Yunus Nadi gibi isimler takma adlarla Hatay’ın Türk Yurdu olduğunu anlatan yazılar kaleme aldı. Öte yandan, Türk İstihbaratı ve Millî Emniyet birimleri de sınırın güneyinde faaldi. Hataylı gençler anavatana gizlice getirilip subaylık eğitimi aldı, bölgeye geri gönderilip örgütlendi. Bu sayede olası provokasyonlara karşı bir direniş ağı kurulmuştu.
Atatürk’ün Hatay stratejisi “sabırlı diplomasi caydırıcı güç” formülüne dayanıyordu. 1937’de Milletler Cemiyeti kararıyla Hatay’ın özerk statüsü (Sancak Rejimi) kabul edilip anayasası yazıldığında, Fransa hâlâ bölgeyi tamamen bırakmaya yanaşmıyordu. Atatürk ise süreci yakından izliyor, gerekirse son kozunu oynamaya hazır bekliyordu. Nitekim Mayıs 1938’de Hatay’da seçimlerin hileli yapıldığı ve Türklere baskı uygulandığı haberleri gelince, Atatürk Ankara’da hasta yatağından kalkıp büyük bir gövde gösterisine girişti. Güney illerine “ani denetleme” adı altında kapsamlı bir seyahat düzenleyerek adeta dünyaya mesaj verdi. Mersin’e, Adana’ya trenle gidip askeri birlikleri teftiş etti; sınır hattında manevralar yaptırdı. Bu açıkça, “Hatay için savaşmayı göze aldım” demekti. O’nun bu kararlı duruşu Fransa’yı diplomasi masasında yumuşatırken, dönemin konjonktürü de........
© Türkgün
