Biat mı bilinç mi? Demokrasinin en karanlık anı...
Voltaire'e atfedilen bağlantılı bir söz ile devam edelim.
“Sıradan hırsız paranızı, cüzdanınızı, bisikletinizi çalar.
Politik hırsız ise geleceğinizi, hayallerinizi, bilginizi, adaletinizi, eğitiminizi, sağlığınızı, gülümsemenizi çalar.
İkisi arasındaki fark şudur; sıradan hırsız sizi seçer, diğerini ise siz..."
Bu çarpıcı söz, yalnızca kimin ne çaldığını değil, kimin çalmasına nasıl fırsat verdiğimizi gösteren, Demokrasilerin içindeki trajik ironiyi yüzümüze vuran, sandık başında da verdiğimiz kararları meşrulaştıran bir söz: Geleceğimiz çalınırken dahi...
Aynı demokrasinin gücünü ve kırılganlığını da yansıtan bu evrensel gerçeklik, sadece bugünün meselesi de değil.
Filozoflar, halkın yönetim üzerindeki sorumluluğunu ve ihmallerinin doğuracağı sonuçları hep tartışmışlar: Platon’dan Orwell’e, Cemil Meriç’ten H.L. Mencken’e kadar...
Demokrasi ile sorumluluk arasındaki gerilimi ya da ikilem nedeniyle;
Platon (MÖ 4. yy):, “Kamu işlerine karışmayanların cezası, kendilerinden daha kötüler tarafından yönetilmektir.” diyor.
Gerçekten kötü insanların yönetimine razı olup kamu işlerine karışmayı reddediyoruz ve bu pasifliğin sonuçlarına değinen Voltaire’in “siyasi hırsızı siz seçersiniz” sözü ile de örtüşüyor gibi...
George Orwell (1984), “Halk, özgürlüğünü korumak için uyanık olmazsa, onu çalanlar her zaman bulunur.” diyor.
Burada bilgi erişimi ve sağlığın çalınması çağdaş bir anlam kazanırken manipülasyon da bu maskenin en tehlikeli biçimine dönüşüyor.
H.L. Mencken'in (20. yy),“Halk, hak ettiği hükümeti alır” aforizması, halkın uygun lideri değil ama yaptıklarına razı olunan liderleri seçtiği gerçeğini özetlemiyor mu?
Cemil Meriç ise içimizden biri ve “Halk, zincirlerini kırmadığı sürece, efendilerini kendisi yaratır" diyor. Bu, Voltaire’in sözünün yerel yansıması değil midir?
O, halk, eğitimsizliğinin ve sessizliğinin politik hırsızlığa kapı açtığını belirterek bireysel sorumluluğa dikkat çekiyor..
Hepsi, Voltaire’e atfedilen sözde birleşiyor ve bir gerçeğe işaret ediyorlar: Sessizlik, cehalet, korku, biat ve ilgisizlik bir insanı kötülüğü davet ederken sadece o bireyin değil, toplumun da kaderini belirliyor...
Günümüzde de, dünyanın çeşitli yerlerinde halk, bizzat kendi oylarıyla, kendi geleceğini çalan o yöneticileri iş başına getirmekte olmakla bu trajik ironinin üzerinde duralım ve onların seçiliyor olması sadece seçenlerin kabahati midir? diye de düşünelim mi?
Elbette bu seçiyor olmamız sadece siyasi arenada değil, hayatın içinde her alanda geçerli:
Ailede bir karar alırken de, işte patron ya da işçi olurken de...
Ya da bir kurum ya da kuruluşun, bir örgütün idaresini teslim eder ya da alırken de...
Ama, bizim millet olarak en çok ilgimizi çeken hep siyaset olmuştur, öyle değil mi?
Mesela, bir partiye üye olurken, yönetimine aday olurken ya da birilerini seçerken hep bir kriterlerimiz vardır: Ehil olup olmadığına bakmaksızın oy veririz, eşimizin dostumuzun milletvekili olmasına, şehremini seçilmesine...
Bazen oda, baro, dernek, sendika, hatta Yapı Kooperatifi başkanlığına aday olanları hangi gözle puanlıyoruz?
Biz bunları bir kenara bırakıp, ülkenin içte ve dışta idaresini teslim ettiğimiz dönemleri kısaca irdeleyelim :
Cumhuriyet’imizin ikinci yarım yüzyılı, siyasi figürlerin vaatlerle iktidara gelip halkın güvenini suistimal ettiği birçok dönüm noktasına ve yönetim biçimlerine tanıklık ederken, elbette ki farklı düzeylerde bu “politik hırsızlık” metaforu da doğal olarak görüldü ve yaşandı...
“Vaatlerle........
© Toplumsal
