menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yazarımız Bejdar RO Amed, İmralı Ceza İnfaz Kurumunda bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan’a mektup yazdı.

11 19
11.06.2025

Merhaba,

Uzun yıllardır yaptığım gibi bu satırlara başlamadan önce, içimde uzun zamandır taşınan ama bir türlü dile gelemeyen bir sükûnetle oturdum. Ne anlatmak istediğimi tam olarak biliyorum ama nasıl anlatacağımı hâlâ usulca tartıyorum. Çünkü bu mektup, sadece fark eden bir paylaşım değil, aynı zamanda bir içtenlik denemesidir.

Birbirine karışan zamanlar, yarım kalmış cümleler, anlamı arayan yollar arasında, insanın insana duyduğu en derin ihtiyacın —anlaşılmak ve anlamak— etrafında dolaşıp duruyorum. İçimde biriken bu kelimeler, ne bir tez dayatması, ne bir karşı duruş; sadece başka bir yerden, başka bir gözle, başka bir bilinçle bakma gayretidir.

Kendime de, size de, bütün insanlığa da aynı soruyu soruyorum aslında: Nasıl oldu da bu kadar uzaklaştık birbirimizden ve kendimizden?

Bu mektup, bir cevap verme iddiası taşımıyor. Aksine, cevapsız kalan o derin soruların yeniden duyulabilmesi için sessiz bir eşlik sunuyor. Ve belki de en çok, insanı yeniden bir insan olarak duyumsayabilmek için…

Biliyorum, ne söylesem eksik kalacak. Ama yine de yazıyorum. Çünkü bazen eksik olanı dile getirmek bile, insanı yeniden yola çıkarabilir. Belki de esas kayıp, insandadır. Zihin, her geçen gün daha da manipülatif; beden, gitgide mekanikleşmiş; ilişkiler, anlamını yitirmiş. Hal böyle olunca, elindeki materyal ne kadar iyi olursa olsun, onu kullanacak olan insan çürükse, her şey çürümeye mahkûmdur.

Ama tam tersi de geçerli. İnsan, kendinden özgürleştiğinde —ki burada kastedilen, kendini terk etmek değil; sahte benliklerinden, yapay ikilemlerinden, dayatılmış doğrularından sıyrılmaktır—en zayıf teori bile onun elinde canlılık kazanır. Çünkü ona ruh üfleyen, teorinin kendisi değil, onu taşıyan insanın halidir.

Başlayacak olursam:

Bu mektubu size yazarken, zamana (psikolojik zaman) değil, “ana” yaslanıyorum.

Çünkü psikolojik zaman artık çözüm sunmuyor; çözüm, oyalayıcı bir geleceğe değil, yakıcı bir şimdiye doğmak zorunda. Ve bu an öyle bir an ki; binlerce yılın birikimini, krizini, çelişkisini ve çıkışsızlığını tek bir odakta topluyor. Her şey burada: geçmişin izleri, bugünün yükü ve geleceğin boşluğu.

Bu yüzden size yazmak, bir tercihin ötesinde; an’ın içinden yükselen bir bilinç çağrısına kulak vermek gibidir. Çünkü artık karşımızda ne yalnızca politik bir körlük, ne sadece ahlaki bir çöküş, ne de tek başına kültürel bir sapma var. Karşımızda, insana dair bütün haritaların yandığı, pusulanın kuzeyi unuttuğu, yönün ve yurdun iç içe çöktüğü bir insanlık bunalımı duruyor. .

Ve bu çöküşün tam merkezinde, artık açıkça görüyoruz ki, insanın kendisi var. Bugün insan, insanlığı taşıyamaz hâlde. Ve bu çöküşün sorumlusu dışsal yapılar kadar, içsel körleşmelerimiz.

Tarihte hiçbir dönem bu kadar çok teori, bu kadar çok kuram, bu kadar çok öneri üretmedi. Felsefeler, dinler, mitolojiler, sanat yapıtları, edebi metinler, devrimci manifestolar… Hepsi insanı anlamak ve dönüştürmek içindi. Ama gerçek şu: İnsan yine de çözülemedi. Ne aşka dair çözüm bulundu, ne ilişkiye, ne paylaşıma, ne de doğru bir yaşam kurmaya.

İnsan hâlâ çatışma içinde, hâlâ şiddet içinde, hâlâ parçalanmış, hâlâ özgürlükten yoksun. Bu yüzden artık çok açık bir soru sorulmak zorunda: Acaba biz bu sorunu hep yanlış yerde mi aradık?

Eğer arayış doğru yerde olmuş olsaydı, bunca bin yıllık bilgi, bunca arayış, bunca çaba, bir işe yaramış olurdu. Ve insan, bugün bu kadar aciz, bu kadar çözümsüz, bu kadar dağılmış olmazdı.

Bugün artık görünüyor: Kapsayıcı sistemler, ileri düzey felsefeler, örgütlenme modelleri, komünal yaşam tasarıları kulağa ne kadar hoş gelse de, mesele onlar değil. Çünkü bu yapılar ancak onları taşıyacak insan yeterince dönüşmüşse anlam kazanır. Aksi takdirde, en güzel fikir bile bir kendini bilmeyen elinde tiranlığa dönüşebilir. En ileri sistem bile, dönüşmemiş bir zihin tarafından çürütülür. Tıpkı tarihte sayısız defa olduğu gibi…

Ama belki de insanlık hâlâ bu hakikatin ağırlığını omuzlamaya hazır değil: Gerçek çözüm, formüllerde ya da manifestolarda değil — insanın ta kendisinde, dönüşememiş benliğinde kilitlidir.

Bugün artık soru “ne önerdiğimiz” değil; asıl mesele, bu önerilerin kimlerin eliyle, hangi içsel düzlemle hayata geçirildiğidir. Çünkü dönüşmemiş bir zihin, en kutsal metni bile zincire dönüştürür. Ve kirlenmiş bir bilinç, en radikal modeli dahi tahakkümün yeni bir aracı haline getirir.

Yani sorun artık sistemde değil, onu yeniden ve yeniden doğuran insanın ta kendisindedir.

4. Zihinsel Çöküş ve İnsanlığın Gerçek Krizi

Oysa insan fark eden özelliğiyle, anlamın doğduğu yerdir. Ve fark etme kaybolduğunda, insan ilişkilerini, yaşamını ve hatta özgürlük arayışını bile tersine çevirir. Bugün insanın dili çözülmüş, sesi başkasına ait, nefesi sahte bir iklimin parçası. Çünkü insan, kendi farkındalığında değil artık. Zihnini başka iklimler işgal etmiş durumda: İdeolojiler, inanç kalıpları, kodlanmış kimlikler ve en çok da kendinden kaçışla örülmüş düşünceler… Bu yüzden bugün insanın zihni, bütünlüğünü kaybetmiş bir harita gibi. Gösteren çok, ama bütünlük yok. Yorum çok, ama görme ve anlayış yok. Kimlik çok, ama kimse kendisi değil.

En tehlikeli prangalar, en görünmez olanlardır. Ve bugün insanlığın en büyük prangası, yapay ikilemlerle düşünmek hâlidir. Siz bu noktada tarihsel bir tespitte bulundunuz: İnsanlık yalnızca kapitalizm ile sosyalizm, devlet ile devletsizlik, doğu ile batı gibi büyük ikiliklerde değil; İçselleştirilmiş, gündelik, mikro yapay ikilemlerde de boğulmuştur. Güç mü, sevgi mi? Ahlak mı, hak mı? Birey mi, toplum mu? İsyan mı, sabır mı? İnanç mı, akıl mı?

Oysa bütün bu seçenekler — sağ ya da sol, reform ya da devrim, gelenek ya da modernlik — insanın kendi zihninde uydurduğu sahte ikilemlerdir. Zihin, çıkışsızlığını........

© Tigris Haber