Ryan Gander kedileri, saksağanı ve sivrisineğiyle İstanbul’da: İyi sanat ya da sanatın iyi yorumu, suç araştırması yürütmeye benziyor
Diğer
12 Kasım 2025
Bir duvarın dibinde, minicik bir delikten çıkan fare başını uzatıyor; cılız bir sesle kekeliyor: “I… I… I…” diyor. Bu sahne, eminim sosyal medya akışınıza da düşmüştür. İşte o küçük animatronik fare, aslında büyük bir sanat anlayışının sesi… Britanya’nın en üretken sanatçılarından biri olarak gösterilen Ryan Gander’ın! Paris’teki Pinault Collection’da yer alan bu eser, sanatçının dünyayı nasıl gördüğünün bir özeti niteliğinde. O, yüksek sesle bağıran imgelerin değil, sessizce fısıldayan işaretlerin peşinde… Ve şimdi İstanbul’da.
PİLEVNELİ Dolapdere’de bugün (12 Kasım) ziyarete açılan ve 13 Aralık’a kadar devam edecek olan “Pussies and Places”, Gander’ın İstanbul’daki ilk kişisel sergisi. Düşük tavanlı bir ofis mekânında konumlanan yerleştirmeler, ilk anda insana Harikalar Diyarındaki Alice’in tavşan deliğinden geçmiş gibi bir his veriyor. Serginin merkezinde yer alan The Magpie’s Tale (Life’s a Bite), sanatçının yazdığı eski bir fabldan yola çıkan bir hikâyeyi anlatıyor. Hakkında ne hissedersiniz bilmem ama masalı bir saksağan anlatıyor. Sergideki mermer kediler ise ziyaretçilerin yönünü değiştiriyor. Tıpkı Gander’ın sanatının yaptığı gibi; alışkanlıkları yerinden oynatıyor, bakmayı yeniden öğretiyor.
Modern sanatın gösterişçiliğine karşı ince zekâsıyla direnen Ryan Gander, “İyi sanat ya da sanatın iyi yorumu, bir suç soruşturması yürütmeye benzer,” diyor. Ziyaretçilerden de sergiyi gezerken tıpkı bir dedektif gibi deliller toplamalarını ve detaylara dikkatle eğilmelerini istiyor. Çünkü Gander’ın dünyasında anlam her yerde! Onun İstanbul’a taşıdığı bu özgün evreni ziyaret etmeden önce sizi söyleşimize davet ediyoruz.
- Merhaba sayın Gander. “Dünya, işaretler ve sembollerle dolu bir yer. Yeter ki bakmayı bilelim” diyorsunuz. Gündelik hayatın içinde çoğu zaman gözden kaçan şeylere dikkatle bakma, onları fark etme alışkanlığınız nasıl başladı? Bu bakışın ilk kıvılcımı neydi?
Tam emin değilim. Dünyayı başkalarından farklı gördüğümden de emin değilim. Böyle düşünmek biraz kibirli olurdu. Fakat şunu biliyorum. Bir galeriye ya da müzeye girdiğimizde, bizden işaretler, göstergeler ve anlam aramamız istendiği için nesnelerde bunları görürüz. Müzeden çıkıp sokağa döndüğümüzde ya da hayatımıza geri girdiğimizde, artık görmeyiz. Çünkü artık dikkat etmeyiz.
Sanırım hayal gücüne sahip olmanın ya da yaratıcı düşünmenin becerisi dikkat etmekte ve her şeyde anlam olduğunu fark etmekte yatıyor. Bu ister doğal bir işaret olsun ister uzlaşıya dayalı bir işaret. Yani birinin kasıtlı biçimde iletişim kurmak için yaptığı bir işaret olabilir ya da tamamen tesadüfen, hiçbir niyet olmadan, hiçbir “yazar” olmadan ortaya çıkan bir işaret olabilir.
Bende özel bir güç olduğunu düşünmüyorum. Ama çocukken Sherlock Holmes’u çok severdim. Çünkü o, kimsenin fark etmediği ipuçlarından, gizli mesajlardan anlam çıkarabiliyordu. Büyüyüp sanat öğrencisi olduğumda aklıma geldi. Sanırım iyi sanat ya da sanatın iyi yorumu, bir suç araştırması yürütmeye oldukça benziyor.
- Galerideki bir eseri algılayışımızın doğadaki bir şeyi algılayışımızdan farklı olması doğal değil mi? Sonuçta çağdaş sanat, anlamını yalnızca nesnenin kendisinden değil, çevresindeki mekân ve bağlamdan da alıyor. Yine de siz galerinin içinden gündelik dünyaya dikkat kesilmemiz için bir çağrıda bulunuyorsunuz. Bu çağrı, görsel dillerin hiyerarşisini güçlendiriyor mu yoksa onu tersine mi çeviriyor?
İkisini de yapmıyor. Aslında şunu gösteriyor: Anlam her yerde, yeter ki onu almaya açık olalım. Dünyada, niyeti olmayan şeyleri yorumlayabiliriz. Ama galeride, niyet taşıyan şeyleri yorumlarız. Fakat zihnin yaptığı egzersiz tamamen aynıdır. Aynı kas çalışır, aynı endorfin salgılanır, o zihinsel çeviklikten aynı haz duyulur.
Bu soru, tüm sanatın galeride gerçekleştiğini varsayıyor. Oysa sanatın tamamı galeride olmaz. Galeri çoğu zaman dünyada olup biten şeylerin belgelerinin sunulduğu bir arşiv ya da raf gibidir. Sanatın kendisi her zaman galeride ortaya çıkmaz, genellikle sanatın kanıtı galeride bulunur.
Anlamın hiyerarşisine gelince, anlam her yerdedir. Şu anda üzerindeki kıyafetler bile kim olduğunu, nereden geldiğini, kim olmak istediğini, neye özendiğini anlatır. Bu bir göstergebilimdir. Ve bu iletiler, bence bir müzede sergi açan bir ressamın seni bir şeye ikna etmek için kullandığı görsel dilden çok daha etkilidir.
Bir hiyerarşi olduğunu düşünmüyorum. Sadece niyet var. Niyet dediğimiz şey de mesajı oluşturan kişiye göre değerlendirdiğimiz bir şey. McDonald’s reklamına baktığında bile göstergebilim, anlam ve kültürel işaretleri okursun ama bunu önemsememeyi seçersin. Onu anlam hiyerarşisinin en altına koyarsın. Bence bu oldukça gri bir alan. Kimin neyle ilgilendiğine bağlı.
- The Magpie’s Tale (Life’s a Bite, 2025) adlı yerleştirme, düşük tavanlı, ofisi andıran bu alanın tamamını kaplıyor. Burada, sizin yazdığınız eski bir fablı anlatan bir saksağan beliriyor. Bu hikâyenin ritmini ve tonunu nasıl geliştirdiniz?
Ritmi ve tonu ödünç aldım, ya da belki sahiplendim desem daha doğru olur. Nasıl ki yanık toprak rengini bir anlamı, geçmişi ve mirası olduğu için kullanırsan, ben de bu anlatının tonunu ve ritmini o şekilde kullandım. Bu ritmi ve tonu Grimm Kardeşler’in masallarında, başka halk hikâyelerinde ya da benzer folklorik anlatılarda bulabilirsin. Bu, eski bir fablın ritmi ve tonudur. Bu tür hikâyeler yazıya geçirilmez, sözlü olarak kuşaktan kuşağa aktarılırdı. Şarkılar nasıl kullanılıyorsa, fabllar da anlamı ya da mesajı iletmek için kullanılırdı. Çoğu zaman sonunda bir öğüt olurdu, hikâyenin sonunda ahlaki bir sonuç gibi. Birçoğu dine dayanırdı, bir kısmı ise toplumsal kuralları pekiştirerek saldırganlıktan uzak, istikrarlı bir düzen kurmayı hedeflerdi. Çocuklara öğretmek ve bilgiyi bir nesilden diğerine aktarmak için anlatılırdı. Yani biçim tamamen ödünç alınmış durumda. İçerikse bana ait,........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein